16 Ağustos 2015 Pazar

İzmaritin Ucundaki Aşk

​(Merhabalar. Bu da bir diğer kadim öykülerimden. İyi okumalar.)
         Yüzmeyi bildiğim halde boğulacaktım.Kaza süsü verilmiş bir intihar olacaktı bu.O anlamayacaktı.Kendimi boğduğumu bilmeyecekti.Ben zaten çoktan boğulmuştum bu aşktan.Ruhum bu aşkın öldürücü dalgalarında cansız geziniyordu.Sıra,bedenimi boğmaktaydı.
Sabah erkenden gelmiştik kumsala.Cemal denizden yeni çıkmış,ıslak bedenini yüzünü yeni gösteren güneşin altında kurutmaya çalışıyordu.Yaklaşık on saniye kadar önce “Ben de gireyim denize.” deyip ayağa kalkmıştım.Yavaşça ilerliyordum.Tedirgindim.İnsanlık hali.Kim ölmeyi ister ki?Ama ben kendimi öldürmezsem o beni öldürecekti ve bu,dünya üzerindeki herhangi bir işkence yönteminden daha acı verici olacaktı.
Yavaş yürüyüşüm tuhafına gitmiş olmalıydı ki “E hadi girsene!” diye arkamdan seslendi.Sağ ayağımı yavaşça suya soktum.Soğuktu.Ne yazık...Birkaç saniyeye ciğerlerim bu soğuk ve tuzlu suyla dolup taşacaktı.Su içinde ilerledikçe vazgeçmeye yaklaşıyordum.Ama yaşamaya devam edersem aşkımın beni yaşatmayacağını biliyordum.Derin bir nefes aldım ve suya daldım. Ağzımdan içeri su akın etsin diye ağzımı açtım.İşte başlıyordu. Boğuluyordum. Bedenim çırpınıyordu. Bir ara kollarım su yüzüne çıkmayı başarmıştı.Hatta imdat çığlıkları bile atmıştım.Bir zaman sonra bilincimi kaybettim.Öldüm galiba.” deyip kendimi bıraktım.Hatırlamıyorum.Birkaç dakikalık bir elektrik kesintisi.
Bu birkaç dakikadan sonra kollarımı kavrayan eller hissettim.Sonra da sırtımın , bacaklarımın ve topuklarımın kumlara değdiğini.Nasıl?Ölmemiş miydim?Hayır!Birikarnımda birikmiş suyu boşaltmış olmalıydı.Öksürerek gözlerimi açtım.Beni öldürecek olan aşkım beni ölümden kurtarmıştı.Yüzüme en endişeli ifadesiyle bakıyordu.Telaşla “Yasemin!Yasemin,iyi misin?” diye sordu.Ses tonunda,bana adımı söyleyişinde özlediğim o tını vardı. “S” sesi çok hafif peltek ve sıcak.Sanki bunca zamandır o tartışmalar yaşanmamış,sorunlarımızı çözmek adına buraya gelmemişiz gibi.Ölmediğime üzgündüm.Hala şaşkındım. Ona bakıp “Cemal?” diyebildim bitkin bir sesle.Kızmıştı bana.“Nasıl  boğuluyorsun  anlamıyorum.Deli misin sen ya?Ya bir şey olsaydı?” diye azarladı beni.
Cevap veremedim.Konuşmak için çok yorgundum.Ölmediğime dair pişmanlığım, Cemal’in bu endişeli halini görünce sevince dönmüştü.O birkaç dakikalık şuursuzluk anında onu özlemiştim ve böyle giderse onun beni öldüreceği gerçeğini atlamıştım.“Otele dönelim.” dedim hasta bir ses tonuyla.Ayağa kalkamayacaktım.Yürümeme yardım etti.Bana karşı böyle korumacı davranmayalı o kadar zaman olmuştu ki…Hatırlamıyorum.
*
Uyandığımda hava yavaş yavaş kararmaya başlıyordu.Cemal de yanımda uzanmış yatıyordu ancak uyumuyor,beni izliyordu.Sadece “Nasılsın?Daha iyisin ya?Ağrın falan yok, değil mi?” dedi.“İyiyim.” anlamında başımı salladım.O da bu durumdan memnun,yanındaki komodinin üzerinden sigarasını alıp bir tane yaktı ve her zamanki sakin tavrıyla tüttürmeye başladı.Ben,onla tanışmadan önce sigaradan nefret eden insan,onu tanıyınca sigarasına da razı olmuştum.Geçmişimizi düşündüm ve aniden ona sarıldım.Başımı göğsüne yasladım.Elinde sigara olduğu için bana karşılık veremiyordu.Elleri havada kalmıştı.Saçlarıma ya da yüzümeizmaritin düşmesi umurumda bile değildi.Ama korkmuştu ve sigarayı kül tablasına söndürmeden bıraktı.Sigara,tablanın içinde için için yanıyordu.Ben ve Cemal gibi.Ama Cemal bana sarılmak için sigarasını bırakmıştı.Yenisini yakardı,ne olacak?Nikotinli parmaklarını saçlarımda gezdirdi.O böyle yaptıkça ben de başımı göğsüne onu delercesine bastırıyordum. Bir aralık o tatlı kalbini dinleyeyim dedim.Çok sabitti.Tıktık-tıktık diye atıyordu sevdiceğimin kalbi.Sigara içmekle onu günbegün öldürüyordu oysa.Tam üzerinde yattığım akciğerleri ne haldeydi kim bilir?Onu öldüren bir şey daha vardı:ben.O da beni öldürüyordu.O kadar harap etmiştik ki birbirimizi,neden hala birlikte olduğumuzuanlamıyordum.Bu düpedüz bir suçtu.Ayrılamıyordum ondan.Onu çok seviyordum;ondan çok nefret ediyordum.O beni öldürme zevkine erişemesin diye kendimi öldürmeye kalkmıştım.Ama bu aşk denen maraz öyle illet bir şeydi ki,sevdiğim ölmeme izin vermemişti.
O zaman artık geriye iki şey kalıyordu:Onu öldürmek ya da onu kendiyle bırakmak. Artık birimizin gitmesi gerekiyordu,ölerek ya da terk ederek.Onu bırakacaktım.Dirseklerim üzerinde doğrulup çenemi göğsüne yasladım ve yüzünü incelemeye başladım.Çok güzeldi. Hangi hemcinsim sevdiğine benim kadar hayranlık beslerdi?Onu öldüremezdim. Böyle bir güzelliğin dünyadan yok olmasına izin vermezdim.İşte o,açık kahverengi gözleriyle,dağınık kumral saçlarıyla,çıkık elmacık kemikleriyle ve ince dudaklarıyla bana bakıyor,tebessüm ediyordu.Nasıl öldürebilirdim onu?Benim gibi iğrenç bir mahlukun ölmesi evlâ idi oysa.Neden beni öldürmüyorsun Cemal?
Her zaman yaptığım gibi onu alnından öptüm. Saçlarıyla oynadım.İçim o kadar buruktu ki ağlamamak için dudaklarımı ısırıyordum. Söyleyebileceğim çok şey vardı:“Seni seviyorum,sevgilim,beni sakın bırakma,beraber ölelim,olur mu,güzel bir akşam yemeği yemesek mi beraber...” Bunların hepsini söyleyebilecekken ben “Seni seviyorum.Artık gidiyorum.”  diyebildim.
Tebessümü bir anda şoke olmuştu.Gözleri,bu sözleri telaffuz eden dudaklarıma kilitlenmişti.Aslında biz tartışırken o tartışmaya hep “Nasıl yani ya?!” diye başlardı.Ama bu kez hiçbir şey söylemiyordu.Hatta bir anlığına aşkımız için bir çıkar yol bulduğuma sevinmiş olduğunu hissettim. “Peki.” dedi.
Söylenmemiş bütün sözler o an zihnimizin içinde kulaklarımızı patlatacakmışçasına çığlık atıyordu.Yataktan kalktım.Yeni bir sigara yakıyordu.Lakaytlığına alışıktım ve ona öfkeli değildim.Herkesin söylediği “Sakın ben gidince kendini dağıtma,tamam mı?Bunu ikimizin de iyiliği için yapıyorum.” demedim,demeyecektim.O bunları biliyordu.Benim biricik sevgilim her şeyi bilirdi.Yine de anlamsız ama yapmadan edemeyeceğim bir hareket yaptım.Ona “İstanbul’a dönüyorum.Seni beklerim.” dedim.
Açık kapı bırakmak aptalların işiydi ve ben aptal olmuştum.O,sigarasını tüttürürken ben bavulumu topluyordum.Kapıdan çıkmaya yakın yataktan fırladı ve yanıma geldi. “Ne kadar ayrılamaz olduğumuzu anlaman için ayrılmamız icap ediyorsa demek...Git. Geri dönecek misin bakalım.” dedi ve beni öptü.Ayrılasım gelmiyordu ama onu orada bıraktım.Yeryüzünde,cansızken canlı dolaşan bedenler kervanına katıldım ben de.
Kim bilir belki birkaç haftaya yine onun göğsünde uyur,açık kahverengi gözlerine bakar,sigarasını içerken ukalaca konuşmasını hayranlıkla izlerdim.Aşk,dakikalar önce ölümle eşdeğerken ayrılık da şimdiki zamanda,beklemek ve ümitle eş anlamlıydı.Ölmekten daha hoştu her halükarda.Onu bekleyecektim.

Ayrılığın Anatomisi

(Uzun bir aradan sonra selamlar. Yazın mümkün mertebe dinlenmeye çalıştığım için daha önce üniversitemin İşletme Fakültesi'ne ait bir dergisinde [Üç Nokta dergisi] yayımlanan bir öykümü paylaşmak istedim. Keyifle okuyunuz.)
Ayrılık, ölüm kadar kat’idirİnkar edilemez, edilmesi teklif dahi edilemezdir.  Masallardaki “Sonsuza dek mutlu yaşadılar,” dan ne kalmıştır geriye? Artık büyümüşsünüzdür. Pamuk Prenses ölmüştür, Prensi ise acısından Tahtalı Köy’ü boylamak üzeredir. Robin Hood yaşlanmıştır, son kez zenginden alıp fakire dağıtacağı sırada kalp krizi geçirir. Üstelik daha yeni aşık olmuştur. Leydi’sine kavuşamadan ölüyordur. Ölürken aklından geçense “Zaten aramızda çok yaş farkı vardı, beni sevmezdi,”dir. Peki ya siz?
Aşk ulaşılmazlığını sizin için bir kez daha göstermiştir. Çaresizlik bir kez daha kapınıza dayanmıştır. Hatta kapıyı kırıp hanenize tecavüz etmiştir. Ne kadar ulaşılmazsa o denli güzeldir aşk. Hadi oradan! Yalnızca acı verir. Sesinizi duyurabildiniz mi? Hayır. Çünkü siz kendinizden geçip onu her olgunun yerine koyduğunuz halde, o sizi hiçbir mertebeye koymamıştır. Onun için o kadar manasızsınızdır ki.
Benim kara saçlı başım... Yorgun kalbim... Duracak haddeye gelmiş zihnim... Dinleyin beni üçünüz. Aşk insanı güzelleştirmez. Aşk yalnızca zehirler.Toplumda bilinen genel ama yanlış yargı: aşkın mutluluk verdiği inancıdır. En büyük ve en tehlikeli delüzyonlardan. Belki de politikadan daha zehirli, anlamsız, çetrefilli. Aşk mutluluk sonucu ortaya çıkan bir kaosdurumudur yalnızca. Sonu yine ızdıraptır. Muzdarip kişi dünyasına söver, sövdükçe güçlendiğini hisseder, sonra yine sövdüğü dünyasına sığınır, oraya kapanır ve onun göğsünde teselli bulmaya çalışır. Bu bir paradokstan ibarettir. Çünkü onu aşk marazına salan yine o sığındığı dünyasıdır. O dünya onu teselli etmez. Bilakis, işte o zaman esas yüzünü gösterir ve aşkın tüm çirkinliğini, hodbinliğini aşık kişiye görünür kılar. Aşık kişi, dünyasından öylesinetiksinir ki, maşukunu özler. Onun varlığıyla huzur bulacağı hissine kapılır. Bu evre onun en zorlandığı evredir. Çünkü ne dünyasını bırakabilir, ne de maşukuna ulaşabilir. Zira ortada ne derli toplu bir dünya vardır, ne de kollarını açıp aşığın gelmesini bekleyen maşuk...
Arafta kalan aşık kişi, nefes alamaz hale gelir, modern dünyanın onu parmakları arasında şekilden şekile sokmasıyla türlü hallere girer. Ezilir, büzülür. Belki de aşık kişinin duygusal manada en verimli çağını yaşadığı evredir bu evre. Çaresizliğin altın çağı... Düşünür, bir feylesofmuşçasına düşünür. Dünyasını güzelleştirmeye çalışır. Fakat o dünya bir türlü güzelleşmez. İçindeki her insan, ifa edilen her iş nedense yanlıştır, aşık kişinin gözüne batar. Bunun müsebbibini tefekküre dalar ve maşukunun aşık kişinin dünyasından ayrılmasıyla dünyasının terk edilmiş bir saraya döndüğü kanısına varır. Eski saray, harabeolmuştur. Nefret saçar aşık kişi. Aşk yoktur, aşk bitmiştir, maşuk keşke ölsündür, ona aşıkolduğu güne lanet olsundur! Bunları beyninin kıvrımlarının her birinden defalarca geçirir, kendini ve bedenini zehirler. Bu kirlilik neticesinde en çok yara alan ise... Hayır, kalp değildir. Ruhtur. Artık ruh, dünyanın ağırlığını taşımaktadır. Baş ağrısı yapmaktadır. Yaşama sevincini, hayat gayesini kenara atmıştır. Ondan başka ruhlar "Aman ne olursa olsun da Azrail beni almaya gelmesin," diye çırpınırken, o oturur gözlerini yola diker ve Azrail'ini bekler. Ona sevdalanır. Ölümü ister. Maddeten değil; belki de boşluğa düşmek ister. Bu da bir ölümdür onun için. Savrulur, savrulur... O beğenmediği, tiksindiği dünyası onu evirir çevirir ve birinin ayaklarının altına atıverir, "Al biraz da bununla oyalan, belki mutlu ölürsün," der. Olursun değil, ölürsün. Dünyası ona yeni birini "bahşedecektir" belki, eğer aşık kişi şanslıysa. Belki de bahşedilse dahi onunla olduğu saniyeden itibaren azap çekmeye başlayacaktır. Zorla, ona minnet duyarcasına onunla mutlu olmaya çalışacaktır. Fakat onun maşukunu unutacağıihtimalinin var olduğunu düşünmek ne kadar sersemcedir?! Onu nasıl unutabilsin kidir, böyle bir dünya yoktur, unutmak ahmaklar içindir!
Zaman her zaman devrededir. Kahrolması en çok istenen fakat kutsal değerlerden ötürü kahır okunamayan bu zaman kavramı hiçbir zaman çarkını geriye döndürmemiştir, döndürmez, döndürmeyecektir. Çünkü insan, zamanı tanımlarken dahi zaman kavramını kullanır. Zamanın hiçbir zaman geri dönmeyecek olması fikri… Çıldırtır. Fakat aşık kişi emindir, maşukun açtığı yara sıcaklığıyla kalır, soğumaz. Kalpte değildir, kalp yalnızca bir et parçasıdır. Söz konusu yara ruhta ve dimağdadır. Aşık kişinin ruhuyla dimağı koordine çalışır.Mutualist bir ilişki değildir artık onlarınki. Dimağ, maşuku hatırlatır ruha. Ruh da mütemadiyen kıvranarak dimağın o hatıraları tekrar yaşayıp yaşatmasına sebep verir. Mazoşist olurlar.
Aşık kişi ister istemez maşukunun nice zaman sonra pişman olup olmadığını sorgular içinde ve biraz hüzünlü biraz da hain, onun pişman olmuş olmasını diler. Sonra utanır. Dünyasının iç çekirdeği yaptığı maşukunun acı çekmesini dilediğinden utanır. Bir kez daha nefret eder kendinden. Şanslıysa şayet, sığınacağı birileri vardırMinnettar olduğu kişiye olanca gücüyle tutunur ama maşukunun etrafında pervane olduğu zamanlarda duyduğu zevkin zerresini duymaz. Artık sadece yetinmeye çalışır, kanaat eder. Sonra ölüm gelir. Ayrılığın kesin ve kat'i olması gibi ölüm de kesindir. Ayrılık aşktan, ölüm ayrılıktan beslenir. O halde aşk ölüm demektir. Aşık kişi ölür. Bu senaryoda ölemeyen aşık kişi yoktur. Bırakın bu senaryoyu; ölmeyen yoktur.
“Ten fânidir, can ölmez, gidenler gine gelmez,
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.” – Yunus Emre