(Uzun bir aradan sonra selamlar. Yazın mümkün mertebe dinlenmeye çalıştığım için daha önce üniversitemin İşletme Fakültesi'ne ait bir dergisinde [Üç Nokta dergisi] yayımlanan bir öykümü paylaşmak istedim. Keyifle okuyunuz.)
Ayrılık, ölüm kadar kat’idir. İnkar edilemez, edilmesi teklif dahi edilemezdir. Masallardaki “Sonsuza dek mutlu yaşadılar,” dan ne kalmıştır geriye? Artık büyümüşsünüzdür. Pamuk Prenses ölmüştür, Prensi ise acısından Tahtalı Köy’ü boylamak üzeredir. Robin Hood yaşlanmıştır, son kez zenginden alıp fakire dağıtacağı sırada kalp krizi geçirir. Üstelik daha yeni aşık olmuştur. Leydi’sine kavuşamadan ölüyordur. Ölürken aklından geçense “Zaten aramızda çok yaş farkı vardı, beni sevmezdi,”dir. Peki ya siz?
Aşk ulaşılmazlığını sizin için bir kez daha göstermiştir. Çaresizlik bir kez daha kapınıza dayanmıştır. Hatta kapıyı kırıp hanenize tecavüz etmiştir. “Ne kadar ulaşılmazsa o denli güzeldir aşk.” Hadi oradan! Yalnızca acı verir. Sesinizi duyurabildiniz mi? Hayır. Çünkü siz kendinizden geçip onu her olgunun yerine koyduğunuz halde, o sizi hiçbir mertebeye koymamıştır. Onun için o kadar manasızsınızdır ki.
Benim kara saçlı başım... Yorgun kalbim... Duracak haddeye gelmiş zihnim... Dinleyin beni üçünüz. Aşk insanı güzelleştirmez. Aşk yalnızca zehirler.Toplumda bilinen genel ama yanlış yargı: aşkın mutluluk verdiği inancıdır. En büyük ve en tehlikeli delüzyonlardan. Belki de politikadan daha zehirli, anlamsız, çetrefilli. Aşk mutluluk sonucu ortaya çıkan bir kaosdurumudur yalnızca. Sonu yine ızdıraptır. Muzdarip kişi dünyasına söver, sövdükçe güçlendiğini hisseder, sonra yine sövdüğü dünyasına sığınır, oraya kapanır ve onun göğsünde teselli bulmaya çalışır. Bu bir paradokstan ibarettir. Çünkü onu aşk marazına salan yine o sığındığı dünyasıdır. O dünya onu teselli etmez. Bilakis, işte o zaman esas yüzünü gösterir ve aşkın tüm çirkinliğini, hodbinliğini aşık kişiye görünür kılar. Aşık kişi, dünyasından öylesinetiksinir ki, maşukunu özler. Onun varlığıyla huzur bulacağı hissine kapılır. Bu evre onun en zorlandığı evredir. Çünkü ne dünyasını bırakabilir, ne de maşukuna ulaşabilir. Zira ortada ne derli toplu bir dünya vardır, ne de kollarını açıp aşığın gelmesini bekleyen maşuk...
Arafta kalan aşık kişi, nefes alamaz hale gelir, modern dünyanın onu parmakları arasında şekilden şekile sokmasıyla türlü hallere girer. Ezilir, büzülür. Belki de aşık kişinin duygusal manada en verimli çağını yaşadığı evredir bu evre. Çaresizliğin altın çağı... Düşünür, bir feylesofmuşçasına düşünür. Dünyasını güzelleştirmeye çalışır. Fakat o dünya bir türlü güzelleşmez. İçindeki her insan, ifa edilen her iş nedense yanlıştır, aşık kişinin gözüne batar. Bunun müsebbibini tefekküre dalar ve maşukunun aşık kişinin dünyasından ayrılmasıyla dünyasının terk edilmiş bir saraya döndüğü kanısına varır. Eski saray, harabeolmuştur. Nefret saçar aşık kişi. Aşk yoktur, aşk bitmiştir, maşuk keşke ölsündür, ona aşıkolduğu güne lanet olsundur! Bunları beyninin kıvrımlarının her birinden defalarca geçirir, kendini ve bedenini zehirler. Bu kirlilik neticesinde en çok yara alan ise... Hayır, kalp değildir. Ruhtur. Artık ruh, dünyanın ağırlığını taşımaktadır. Baş ağrısı yapmaktadır. Yaşama sevincini, hayat gayesini kenara atmıştır. Ondan başka ruhlar "Aman ne olursa olsun da Azrail beni almaya gelmesin," diye çırpınırken, o oturur gözlerini yola diker ve Azrail'ini bekler. Ona sevdalanır. Ölümü ister. Maddeten değil; belki de boşluğa düşmek ister. Bu da bir ölümdür onun için. Savrulur, savrulur... O beğenmediği, tiksindiği dünyası onu evirir çevirir ve birinin ayaklarının altına atıverir, "Al biraz da bununla oyalan, belki mutlu ölürsün," der. Olursun değil, ölürsün. Dünyası ona yeni birini "bahşedecektir" belki, eğer aşık kişi şanslıysa. Belki de bahşedilse dahi onunla olduğu saniyeden itibaren azap çekmeye başlayacaktır. Zorla, ona minnet duyarcasına onunla mutlu olmaya çalışacaktır. Fakat onun maşukunu unutacağıihtimalinin var olduğunu düşünmek ne kadar sersemcedir?! Onu nasıl unutabilsin kidir, böyle bir dünya yoktur, unutmak ahmaklar içindir!
Zaman her zaman devrededir. Kahrolması en çok istenen fakat kutsal değerlerden ötürü kahır okunamayan bu zaman kavramı hiçbir zaman çarkını geriye döndürmemiştir, döndürmez, döndürmeyecektir. Çünkü insan, zamanı tanımlarken dahi zaman kavramını kullanır. Zamanın hiçbir zaman geri dönmeyecek olması fikri… Çıldırtır. Fakat aşık kişi emindir, maşukun açtığı yara sıcaklığıyla kalır, soğumaz. Kalpte değildir, kalp yalnızca bir et parçasıdır. Söz konusu yara ruhta ve dimağdadır. Aşık kişinin ruhuyla dimağı koordine çalışır.Mutualist bir ilişki değildir artık onlarınki. Dimağ, maşuku hatırlatır ruha. Ruh da mütemadiyen kıvranarak dimağın o hatıraları tekrar yaşayıp yaşatmasına sebep verir. Mazoşist olurlar.
Aşık kişi ister istemez maşukunun nice zaman sonra pişman olup olmadığını sorgular içinde ve biraz hüzünlü biraz da hain, onun pişman olmuş olmasını diler. Sonra utanır. Dünyasının iç çekirdeği yaptığı maşukunun acı çekmesini dilediğinden utanır. Bir kez daha nefret eder kendinden. Şanslıysa şayet, sığınacağı birileri vardır. Minnettar olduğu kişiye olanca gücüyle tutunur ama maşukunun etrafında pervane olduğu zamanlarda duyduğu zevkin zerresini duymaz. Artık sadece yetinmeye çalışır, kanaat eder. Sonra ölüm gelir. Ayrılığın kesin ve kat'i olması gibi ölüm de kesindir. Ayrılık aşktan, ölüm ayrılıktan beslenir. O halde aşk ölüm demektir. Aşık kişi ölür. Bu senaryoda ölemeyen aşık kişi yoktur. Bırakın bu senaryoyu; ölmeyen yoktur.
“Ten fânidir, can ölmez, gidenler gine gelmez,
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.” – Yunus Emre
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder