13 Temmuz 2015 Pazartesi

Devre Arası

İyi sabahlar. Uzun süredir yazamadım. Sebebi vardı. Dün KPSS'nin son ayağına girdik. Zor bir sınavdı. Ayırt ediciliği yüksekti. Kimse memnun değil. İç tutarlılığı yoktu; ilk kısım çok zor, dilbilim, metodoloji ve edebiyat kısmı çok kolaydı. Açıkçası kitapçığı açtığımda "Aha şimdi boku yedik," dedim ama sanırım genel olarak çok da kötü bir sonuç gelmeyecek gibi. Gönül rahatlığıyla evime dönebilirim. 5 ay sonra. Kar yağıyordu ben memleketten İstanbul'a gelirken. Bütün bu sınav olayları elimi kolumu bağlamıştı ve nihayet bugün dönüyorum. Bunu söylemek için geç kalmış olabilirim. Eh, vaktim yoktu. Cumartesi günü 9 deneme çözdüm. Beynim yanmıştı. Umarım değer de, ilerde "Boşa zaman ve emek harcamışım," demem. Neyse.

Bugün yazmamın sebebi sınav muhasebesi yapmak değil. Eve gidiyor olduğumu belirtmek. Başlıktan da anlayacağın üzre, bir süre yazma faaliyetine giremeyebilirim. "Umurumda mı?" diyor olabilirsin. Okke. O da olur. Evde biraz dinlenmek istiyorum. Mümkünse bedenim "hiçbir şey yapmama eyleminin dayanılmaz hafifliği"ni tatsın bir süre. Biliyorum, bu çok uzun sürmez. Hatta iddia ediyorum, üç gün sonra sıkılacağım ama sıkılmamak için buradan yeni aldığım kitapları, resim defterimi ve sporla ilgili eşyalarımı aldım. Memlekette sıkılmamak için gereken ne varsa yapacağım. Arkadaşlarımla daha fazla vakit geçireceğim, zira hepsini çok özledim. Kuzenlerimle de aynı şekilde. Karasal iklim çocuğuyuz, denizden anlamayız gibi görünürüz ama yüzmeye gitmek de şart tabii. Atın beni havuzlara.

Kendimce bir tatil hazırladım. He, bu arada geçen sınava hazırlanmak için gittiğim kütüphane yolunda gördüğüm bir sahne sonrası aklımda bir öykü taslağı belirdi. İstanbul'dan ayrılmadan yazıp istediğim yerlere göndermek istiyordum fakat takdir edersin ki vakit bulunamadı. O yüzden bu öyküyü memlekette yazıp oradan bir yerlere göndermeyi düşünüyorum. Gelişmeler hakkında haberdar ederim. Gerçi yine ümidim yok ama bu sefer arsız olup 3-5 dergiye birden yollayacağım dergiyi. Ağlamayana meme yok. Bundan sonra bana "tuttuğunu koparan Merve" desinler. 

Babam emekli, annem ev hanımı. Biz abimle İstanbul'da öğrenciydik. Evde bilgisayar nâmına ne varsa İstanbul'a getirmiştik. Eh, evde bilgisayar yok. Babam akıllı telefonlarla arası iyi olan bir amca. Adam eve internet almıyor haliyle. Evde internet yok. Telefonumda var. Ama ben telefondan blog postu nasıl yazılır veya o yazılandan bir halt olur mu bilemiyorum. O yüzden cengaverlik yapmamak adına telefondan blog yazmaya devam etmeyeceğim. Aklıma bir şey gelirse tablete yazıp taslak halinde saklarım. Wi-fi bulunca da bam! 

Bloğun geleceği için iyi bir adım olmayabilir ama kimin umurunda? Okunma kaygısı olmadan yazıyorum. Okuyan okuyor. Okumayan da, eh okumuyor. Alan razı. 

Yazın da çalışan insanlar için üzülüyorum. Zor be. Yaşamak için çalışıyoruz. Çalışmak için ölüyoruz. Bir tatil sitesinin mottosu bile "Hepimiz tatil için çalışıyoruz." Açık açık "Eşşeğiz biz hepimiz toplumcanak," demiyor da. Zor işler. Eh, ağlamayana meme yok. Araba istiyorsan, ev istiyorsan, karının koluna bilezik bilmemne takmak, çocuğu kolejde okutmak ve/veya üniversiteyi kazansın diye (her ne kadar kaldırıldı dense de olgu hâlâ varlığını sürdürmektedir) dershaneye göndermek istiyorsan at gibi de çalışacaksın. Başka seçimin yok ki. Buradan aile ilişkilerine girmek istemem. Uzar. Ben de uzayayım.


İyi tatiller, tatil yapabilecek olanlar. Yapamayacak olanlar; hepiniz bir tatili hakkettiniz ama size uygulanan edimsel koşullanma deneyi sonrası terfi alsanız da ödül olan tatili almanız engellenmiş. Koşullu tepkiniz de "Bir gün bırakacağım bu işi," olmuş. Ama sen de biliyorsun, yemez. İyi günler.



3 Temmuz 2015 Cuma

2014-2015 Sezonunda Ne Öğrendik?

İyi günler. Bu yazı bir tür muhasebe yazısı olacak. Benim biten öğrenim hayatımın muhasebesi. Yaşam boyu öğrenmenin her zaman yanındayız. Ama sanıyorum ki bundan sonra lisans düzeyinde bir öğrencilik hayatını tekrar tatmam. Yarınki KPSS sınavı için son rötuşları yapmaktayım şu an. Vaktim çok kıymetli. Planlı ilerliyorum. Bu yazıyı bitirmem için 22 dakikam var. Uzatmayacağım.

2014'ün Eylül ayına son sınıf öğrencisi olarak başladım ve planlarımdan biri 2015 yazında formasyon alıp 2016'da atanmaktı. Lakin benim güzel okulum İstanbul Üniversitesi bir sürpriz yapıp kış aylarında bize bir formasyon kursu açtı. Sevinerek yatırdık paralarımızı. Fakat hayat öyle yağ gibi akmadı. Hele İstanbul Üniversitesi'nde hayat asla kolay değildir. Yoğunlaştırılmışın da yoğunlaştırılmışı bir eğitim bilimleri bombardımanı altındaydık. Konserve öğretmen adaylarına dönmüştük. Sabah sekizde başlayan dersler akşam sekizde bitiyordu. Tek güzel yanı derslerin ana kampüste olmasıydı. Heh, o meşhur kapı var ya. Orada ders işleme şerefine nail olduk. Ama program yoğun olduğu için manzaranın tadını çıkaramadık. 


İki döneme ayırmışlardı kursu. Birinci dönem işin Türkçe kısmıydı. Eğitim bilimleri. Atlattık. Fakat hiç unutmam iki günde on iki sınava girdim. Hem bu formasyon, hem açık öğretim. Sanırım süper kahraman olmaya çalışıyordum. Beyin meyin kalmadı. Dondurdum açık öğretimi. Hiçbir derdi olmayan, sadece okula gelip ortalaması 3'ün üzerinde olan sınıf arkadaşlarıma özendim. Ama sabahın köründe kalkıp formasyona devam ettim. Neyse o da bitti. Ama ben bu süreçte çalışılması gerektiği gibi çalışamadım elbette. Taş olsa çatlar yeğenim. Psikolojik açıdan çok yorucuydu. Hâlâ da baskıyı hissediyorum. Belki yarınki ve bir sonraki haftaki sınavı kazanamayacağım. Çünkü ben herkesin hakkettiğini yaşadığına inanırım. Ne kadar çalışırsan o kadar mükafat alırsın. Benim bu seneki KPSS amaçlı çalışmamla çok da parlak bir sonuç beklenemez. Tabii sınavda vahiy inmezse (töbest) ya da üstün zekâmı kullanacak olmazsam meheh. Şaka. 

Bu yazıyı şunun için yazmak istedim. Kimse de okumasın. Nitekim herhangi bir mecrada paylaşmayacağım okuyucuya ulaşsın diye. Sadece birkaç ay sonra sonuçlar açıklandığında gereksiz bir hayal kırıklığı yaşamak istemiyorum. Olgun ve sağlıklı bir birey gibi metanetle karşılamak istiyorum başarısızlığı. Bu da böyle biline. He kazanırsak o da kaymak olur üstüne. Ona da seviniriz tabii. Umarım her şeyin en güzeli olur. Hepimiz için. 

İyi günler. (Tam yirmi dakikada da tamamladım.)

2 Temmuz 2015 Perşembe

Çoğuldizgede Aşk Hep Baş Köşede

"Aşka peşinen atfettiğimiz yücelik yüzünden, onun basit bir bileşim olduğunu gözden kaçırıyoruz." - Dublörün Dilemması, Murat Menteş

Bak benim sevgili beni okumayan okurum. Sana iki çift lafım var. Duymazsın, okumazsın diyerekten kalaylı bir üslupla yazmayı düşünüyorum. Ne de olsa bu blogun amacı neydi? Günlük bunalmaları bu mecraya kusmak. Çekilin, kusacaklarım var. Beynim yine yediklerini çıkarmak istiyor.

Benim beni okumayan okurum benden aşk mefhumuyla ilgili bir şeyler yazmamı bekliyorsa diye düşündüm bugün. İnşallah öyle bir beklentin yoktur. Eğer edebiyata biraz ilgin varsa aşkın edebiyat dizgesinin neredeyse merkezinde olduğunu görürsün. Itamar Even-Zohar'ın Çoğuldizge Kuramı aşk karşısında diz çökmüş, el pençe divan durmaktadır bu sebepten ne yazık ki. Merkezde aşk varken, marjinde ne var? Aksiyon, düşünce, mantık ve niceleri. İçinde aşk olmayan şey değer görmüyor. Edebiyatta bile. Üzücü. Kafasını sadece aşka yormaya çalışan ve bunu kendince de başaran insanlar yetişiyor. Hele bir de bu kavramı abartıp tasavvufla ikili ilişkileri harmanlayan vatandaşa ne demeli? Hadi. Hepimizin böyle bir arkadaşı vardır. Kızcağız sevgilisi tarafından terk edilir ve sosyal medya hesaplarını Rûmi ve Şems'ten incilerle doldurur. Aklınca karşıdakine mesaj verdiğini düşünür sonra. 

İddia ediyorum. Hepsi gereksiz. Evet, iddiam bu kadar. Bir dayanağı olması da gerekmez. Maalesef, sen inanmasan da benim duygusal okurum, birçok kavram sen parkta oynar gibi oyna, vakit harca diye üretiliyor. Aşk da böyle bir şey. Eskiden aşk üzerine çok düşünürdüm. İdeal aşk nasıl olmalı vs gibi sorulara kafa yorardım. Ya da ben gerçekten aşık mıyım, ya da yaşadığım şey bir delüzyondan mı ibaret, bunları sorgulardım. Eh, sonunda görüyoruz ki zaman kaybı. Aşkın inanın abartılacak bir yanı yok. Maalesef birçok konuda Freud'la aynı fikirde olduğumu belirtmek durumundayım, sevgili kendini muhafazakâr sanan artist okur. Şimdi beni taşlayabilirsin. Evet. Aşkın bir kısmı sevgi ve şefkatten besleniyor olabilir ama işin Freudyen boyutuna değinmeyeceğim. Hem o derece derûn olmayan psikoloji bilgimi konuşturmak istemem, hem de ne alaka şimdi kardeşim? 

Neyse. Çocukluğumdan beri duygusal ve romantik bir tip olduğumu düşünürüm. Hâlâ da öyleyimdir. Ama eskiden bunu daha fazla dışa yansıtırdım. Sanırım o zamanlar "mahrem" kavramına biraz uzaktım ya da delice coşan ve ırmaklar gibi çağlayan gençliğim karşı cinse "Bak ben de buradayım" demeye çalışıyordu. Ne dersen de. Şimdi benim ağzımdan birinin gelip aşka dair bir aforizma duyması mümkün değil. Yaşlanıyor olmalıyım. Aradığını bulmuş da diyebilirsin. 



İnsan hayalini kurduğu noktaya gelene kadar yüzlerce solucan deliğinden geçiyor, metamorfoza maruz kalıyor, sonra bir bakmış hayal kurduğu şey şekil değiştirmiş ama yine hayal kurulan şey aynı. İnsan neyin hayalini kurar? Mutluluğun. Her şeyin altında bu yatar. Her insan az biraz hedonisttir. Çok paraya sahip olmak isteyen de mutluluk ister, sevdiğiyle ölmek isteyen de mutluluk ister. Tabii bu amaçlar doğrultusunda yapılan her şey insanı mutluluğa götürür mü, orası artık insanın seçimlerine kalır. Ne de olsa insan saçma sapan, her boku eline yüzüne bulaştıran bir varlık. Mükemmeliyet beklememek lazım. 

Ne saçmalıyorum ben? Zihnim diyor ki "Bu konuları düşüneceğine şimdi çok daha güzel bir iş yapıyor olabilirdin." Ya ne istiyorsun benden? Etim ne budum ne, beyin? 

Kızıyorum. İnsanların bulunması çok da zor olmayan ve bulununca her şeyin kolaylıkla ilerlediği bir şeyi hint kumaşılaştırmasına kızıyorum. Bunu yapanlar sanat icra edenler işte. Bu kadar yüceltmeye ne gerek vardı, ey Fuzûli, ey Sâd-i Şirâzî, ey Brontë Kardeşler, ey Jane Austen ve ey daha niceleri? Çıtayı yükselttiniz. Zaten osuruktan nem kapan mübarek bir milletiz, oğlanlara kız, kızlara oğlan beğendiremez olduk. Herkesin burnu bir karış havada. Kadınlar erkekleri gönlünce "abaza", erkekler kadınları rahatça "kezban" olarak etiketleyebiliyor. Bu rahatlığı da kim verdi bu insanlara, onu da anlamış değilim. Hem böyle "açlık" varken, hem "nefes almalı, o kâfi" vs diyorken, nasıl böyle itin bir yerine sokma işlemi,.. Allahü alem.

Neyse. Diyeceğim şu, sevgili okumayan okurum: Benden çok büyük şeyler bekleme. Sen zaten aşkın überfantastik bir şeyler olduğuna inanmışsın. Doğru. Bazen fantastik anları olabiliyor. Ama hadi. Hayat kanlı canlı bir gerçek. Canımın içi, böyle şeyler yalnız romanlarda olur. Eğer roman yazarsam bir gün elbet aşktan da bahsederim. Neden? Çünkü romanlar her ne kadar hayatı anlatsa da kurgudur ve olmayacaklar oluverir. O zaman überfantastik bir aşktan bahsedilebilir. Ancak sen kendini çoğunluk okur gibi sıradan ve her şeye inanan bir okur olarak görüyorsan, o zaman üzgünüm, benim yazdığım aşk hikayesine de inanacaksın dostum. Bence inanma. Atıyorum kafadan.

Daha eleştireceğim çok şey yığılıyor kafama. Mesela geçenlerde kendini vaiz sanan genç abilerden biri aşk yaşama olayının ters olduğunu anlatan bir kitap çıkardı ve bestseller oldu bu kitap. İsim vermiyorum. Bilen bilir. Bir de garip bir mottosu var: çayı açık, seni kapalı severim. Oha. 1. Yetti sizin çay edebiyatınız. 2. Nasıl yani, kutsal sayılan bir şeyi sen nasıl böyle hedehödö? Kızdım yani. Ama okuyun, ne diyeyim. Okumak isteyen okusun. He ben olsam okumam. (Vicdan yaptırmak suçluluk duygusunu âni tetikler. Umalım ki başarmış olayım.)

İyi akşamlar.