2 Temmuz 2015 Perşembe

Çoğuldizgede Aşk Hep Baş Köşede

"Aşka peşinen atfettiğimiz yücelik yüzünden, onun basit bir bileşim olduğunu gözden kaçırıyoruz." - Dublörün Dilemması, Murat Menteş

Bak benim sevgili beni okumayan okurum. Sana iki çift lafım var. Duymazsın, okumazsın diyerekten kalaylı bir üslupla yazmayı düşünüyorum. Ne de olsa bu blogun amacı neydi? Günlük bunalmaları bu mecraya kusmak. Çekilin, kusacaklarım var. Beynim yine yediklerini çıkarmak istiyor.

Benim beni okumayan okurum benden aşk mefhumuyla ilgili bir şeyler yazmamı bekliyorsa diye düşündüm bugün. İnşallah öyle bir beklentin yoktur. Eğer edebiyata biraz ilgin varsa aşkın edebiyat dizgesinin neredeyse merkezinde olduğunu görürsün. Itamar Even-Zohar'ın Çoğuldizge Kuramı aşk karşısında diz çökmüş, el pençe divan durmaktadır bu sebepten ne yazık ki. Merkezde aşk varken, marjinde ne var? Aksiyon, düşünce, mantık ve niceleri. İçinde aşk olmayan şey değer görmüyor. Edebiyatta bile. Üzücü. Kafasını sadece aşka yormaya çalışan ve bunu kendince de başaran insanlar yetişiyor. Hele bir de bu kavramı abartıp tasavvufla ikili ilişkileri harmanlayan vatandaşa ne demeli? Hadi. Hepimizin böyle bir arkadaşı vardır. Kızcağız sevgilisi tarafından terk edilir ve sosyal medya hesaplarını Rûmi ve Şems'ten incilerle doldurur. Aklınca karşıdakine mesaj verdiğini düşünür sonra. 

İddia ediyorum. Hepsi gereksiz. Evet, iddiam bu kadar. Bir dayanağı olması da gerekmez. Maalesef, sen inanmasan da benim duygusal okurum, birçok kavram sen parkta oynar gibi oyna, vakit harca diye üretiliyor. Aşk da böyle bir şey. Eskiden aşk üzerine çok düşünürdüm. İdeal aşk nasıl olmalı vs gibi sorulara kafa yorardım. Ya da ben gerçekten aşık mıyım, ya da yaşadığım şey bir delüzyondan mı ibaret, bunları sorgulardım. Eh, sonunda görüyoruz ki zaman kaybı. Aşkın inanın abartılacak bir yanı yok. Maalesef birçok konuda Freud'la aynı fikirde olduğumu belirtmek durumundayım, sevgili kendini muhafazakâr sanan artist okur. Şimdi beni taşlayabilirsin. Evet. Aşkın bir kısmı sevgi ve şefkatten besleniyor olabilir ama işin Freudyen boyutuna değinmeyeceğim. Hem o derece derûn olmayan psikoloji bilgimi konuşturmak istemem, hem de ne alaka şimdi kardeşim? 

Neyse. Çocukluğumdan beri duygusal ve romantik bir tip olduğumu düşünürüm. Hâlâ da öyleyimdir. Ama eskiden bunu daha fazla dışa yansıtırdım. Sanırım o zamanlar "mahrem" kavramına biraz uzaktım ya da delice coşan ve ırmaklar gibi çağlayan gençliğim karşı cinse "Bak ben de buradayım" demeye çalışıyordu. Ne dersen de. Şimdi benim ağzımdan birinin gelip aşka dair bir aforizma duyması mümkün değil. Yaşlanıyor olmalıyım. Aradığını bulmuş da diyebilirsin. 



İnsan hayalini kurduğu noktaya gelene kadar yüzlerce solucan deliğinden geçiyor, metamorfoza maruz kalıyor, sonra bir bakmış hayal kurduğu şey şekil değiştirmiş ama yine hayal kurulan şey aynı. İnsan neyin hayalini kurar? Mutluluğun. Her şeyin altında bu yatar. Her insan az biraz hedonisttir. Çok paraya sahip olmak isteyen de mutluluk ister, sevdiğiyle ölmek isteyen de mutluluk ister. Tabii bu amaçlar doğrultusunda yapılan her şey insanı mutluluğa götürür mü, orası artık insanın seçimlerine kalır. Ne de olsa insan saçma sapan, her boku eline yüzüne bulaştıran bir varlık. Mükemmeliyet beklememek lazım. 

Ne saçmalıyorum ben? Zihnim diyor ki "Bu konuları düşüneceğine şimdi çok daha güzel bir iş yapıyor olabilirdin." Ya ne istiyorsun benden? Etim ne budum ne, beyin? 

Kızıyorum. İnsanların bulunması çok da zor olmayan ve bulununca her şeyin kolaylıkla ilerlediği bir şeyi hint kumaşılaştırmasına kızıyorum. Bunu yapanlar sanat icra edenler işte. Bu kadar yüceltmeye ne gerek vardı, ey Fuzûli, ey Sâd-i Şirâzî, ey Brontë Kardeşler, ey Jane Austen ve ey daha niceleri? Çıtayı yükselttiniz. Zaten osuruktan nem kapan mübarek bir milletiz, oğlanlara kız, kızlara oğlan beğendiremez olduk. Herkesin burnu bir karış havada. Kadınlar erkekleri gönlünce "abaza", erkekler kadınları rahatça "kezban" olarak etiketleyebiliyor. Bu rahatlığı da kim verdi bu insanlara, onu da anlamış değilim. Hem böyle "açlık" varken, hem "nefes almalı, o kâfi" vs diyorken, nasıl böyle itin bir yerine sokma işlemi,.. Allahü alem.

Neyse. Diyeceğim şu, sevgili okumayan okurum: Benden çok büyük şeyler bekleme. Sen zaten aşkın überfantastik bir şeyler olduğuna inanmışsın. Doğru. Bazen fantastik anları olabiliyor. Ama hadi. Hayat kanlı canlı bir gerçek. Canımın içi, böyle şeyler yalnız romanlarda olur. Eğer roman yazarsam bir gün elbet aşktan da bahsederim. Neden? Çünkü romanlar her ne kadar hayatı anlatsa da kurgudur ve olmayacaklar oluverir. O zaman überfantastik bir aşktan bahsedilebilir. Ancak sen kendini çoğunluk okur gibi sıradan ve her şeye inanan bir okur olarak görüyorsan, o zaman üzgünüm, benim yazdığım aşk hikayesine de inanacaksın dostum. Bence inanma. Atıyorum kafadan.

Daha eleştireceğim çok şey yığılıyor kafama. Mesela geçenlerde kendini vaiz sanan genç abilerden biri aşk yaşama olayının ters olduğunu anlatan bir kitap çıkardı ve bestseller oldu bu kitap. İsim vermiyorum. Bilen bilir. Bir de garip bir mottosu var: çayı açık, seni kapalı severim. Oha. 1. Yetti sizin çay edebiyatınız. 2. Nasıl yani, kutsal sayılan bir şeyi sen nasıl böyle hedehödö? Kızdım yani. Ama okuyun, ne diyeyim. Okumak isteyen okusun. He ben olsam okumam. (Vicdan yaptırmak suçluluk duygusunu âni tetikler. Umalım ki başarmış olayım.)

İyi akşamlar. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder