16 Ağustos 2015 Pazar

İzmaritin Ucundaki Aşk

​(Merhabalar. Bu da bir diğer kadim öykülerimden. İyi okumalar.)
         Yüzmeyi bildiğim halde boğulacaktım.Kaza süsü verilmiş bir intihar olacaktı bu.O anlamayacaktı.Kendimi boğduğumu bilmeyecekti.Ben zaten çoktan boğulmuştum bu aşktan.Ruhum bu aşkın öldürücü dalgalarında cansız geziniyordu.Sıra,bedenimi boğmaktaydı.
Sabah erkenden gelmiştik kumsala.Cemal denizden yeni çıkmış,ıslak bedenini yüzünü yeni gösteren güneşin altında kurutmaya çalışıyordu.Yaklaşık on saniye kadar önce “Ben de gireyim denize.” deyip ayağa kalkmıştım.Yavaşça ilerliyordum.Tedirgindim.İnsanlık hali.Kim ölmeyi ister ki?Ama ben kendimi öldürmezsem o beni öldürecekti ve bu,dünya üzerindeki herhangi bir işkence yönteminden daha acı verici olacaktı.
Yavaş yürüyüşüm tuhafına gitmiş olmalıydı ki “E hadi girsene!” diye arkamdan seslendi.Sağ ayağımı yavaşça suya soktum.Soğuktu.Ne yazık...Birkaç saniyeye ciğerlerim bu soğuk ve tuzlu suyla dolup taşacaktı.Su içinde ilerledikçe vazgeçmeye yaklaşıyordum.Ama yaşamaya devam edersem aşkımın beni yaşatmayacağını biliyordum.Derin bir nefes aldım ve suya daldım. Ağzımdan içeri su akın etsin diye ağzımı açtım.İşte başlıyordu. Boğuluyordum. Bedenim çırpınıyordu. Bir ara kollarım su yüzüne çıkmayı başarmıştı.Hatta imdat çığlıkları bile atmıştım.Bir zaman sonra bilincimi kaybettim.Öldüm galiba.” deyip kendimi bıraktım.Hatırlamıyorum.Birkaç dakikalık bir elektrik kesintisi.
Bu birkaç dakikadan sonra kollarımı kavrayan eller hissettim.Sonra da sırtımın , bacaklarımın ve topuklarımın kumlara değdiğini.Nasıl?Ölmemiş miydim?Hayır!Birikarnımda birikmiş suyu boşaltmış olmalıydı.Öksürerek gözlerimi açtım.Beni öldürecek olan aşkım beni ölümden kurtarmıştı.Yüzüme en endişeli ifadesiyle bakıyordu.Telaşla “Yasemin!Yasemin,iyi misin?” diye sordu.Ses tonunda,bana adımı söyleyişinde özlediğim o tını vardı. “S” sesi çok hafif peltek ve sıcak.Sanki bunca zamandır o tartışmalar yaşanmamış,sorunlarımızı çözmek adına buraya gelmemişiz gibi.Ölmediğime üzgündüm.Hala şaşkındım. Ona bakıp “Cemal?” diyebildim bitkin bir sesle.Kızmıştı bana.“Nasıl  boğuluyorsun  anlamıyorum.Deli misin sen ya?Ya bir şey olsaydı?” diye azarladı beni.
Cevap veremedim.Konuşmak için çok yorgundum.Ölmediğime dair pişmanlığım, Cemal’in bu endişeli halini görünce sevince dönmüştü.O birkaç dakikalık şuursuzluk anında onu özlemiştim ve böyle giderse onun beni öldüreceği gerçeğini atlamıştım.“Otele dönelim.” dedim hasta bir ses tonuyla.Ayağa kalkamayacaktım.Yürümeme yardım etti.Bana karşı böyle korumacı davranmayalı o kadar zaman olmuştu ki…Hatırlamıyorum.
*
Uyandığımda hava yavaş yavaş kararmaya başlıyordu.Cemal de yanımda uzanmış yatıyordu ancak uyumuyor,beni izliyordu.Sadece “Nasılsın?Daha iyisin ya?Ağrın falan yok, değil mi?” dedi.“İyiyim.” anlamında başımı salladım.O da bu durumdan memnun,yanındaki komodinin üzerinden sigarasını alıp bir tane yaktı ve her zamanki sakin tavrıyla tüttürmeye başladı.Ben,onla tanışmadan önce sigaradan nefret eden insan,onu tanıyınca sigarasına da razı olmuştum.Geçmişimizi düşündüm ve aniden ona sarıldım.Başımı göğsüne yasladım.Elinde sigara olduğu için bana karşılık veremiyordu.Elleri havada kalmıştı.Saçlarıma ya da yüzümeizmaritin düşmesi umurumda bile değildi.Ama korkmuştu ve sigarayı kül tablasına söndürmeden bıraktı.Sigara,tablanın içinde için için yanıyordu.Ben ve Cemal gibi.Ama Cemal bana sarılmak için sigarasını bırakmıştı.Yenisini yakardı,ne olacak?Nikotinli parmaklarını saçlarımda gezdirdi.O böyle yaptıkça ben de başımı göğsüne onu delercesine bastırıyordum. Bir aralık o tatlı kalbini dinleyeyim dedim.Çok sabitti.Tıktık-tıktık diye atıyordu sevdiceğimin kalbi.Sigara içmekle onu günbegün öldürüyordu oysa.Tam üzerinde yattığım akciğerleri ne haldeydi kim bilir?Onu öldüren bir şey daha vardı:ben.O da beni öldürüyordu.O kadar harap etmiştik ki birbirimizi,neden hala birlikte olduğumuzuanlamıyordum.Bu düpedüz bir suçtu.Ayrılamıyordum ondan.Onu çok seviyordum;ondan çok nefret ediyordum.O beni öldürme zevkine erişemesin diye kendimi öldürmeye kalkmıştım.Ama bu aşk denen maraz öyle illet bir şeydi ki,sevdiğim ölmeme izin vermemişti.
O zaman artık geriye iki şey kalıyordu:Onu öldürmek ya da onu kendiyle bırakmak. Artık birimizin gitmesi gerekiyordu,ölerek ya da terk ederek.Onu bırakacaktım.Dirseklerim üzerinde doğrulup çenemi göğsüne yasladım ve yüzünü incelemeye başladım.Çok güzeldi. Hangi hemcinsim sevdiğine benim kadar hayranlık beslerdi?Onu öldüremezdim. Böyle bir güzelliğin dünyadan yok olmasına izin vermezdim.İşte o,açık kahverengi gözleriyle,dağınık kumral saçlarıyla,çıkık elmacık kemikleriyle ve ince dudaklarıyla bana bakıyor,tebessüm ediyordu.Nasıl öldürebilirdim onu?Benim gibi iğrenç bir mahlukun ölmesi evlâ idi oysa.Neden beni öldürmüyorsun Cemal?
Her zaman yaptığım gibi onu alnından öptüm. Saçlarıyla oynadım.İçim o kadar buruktu ki ağlamamak için dudaklarımı ısırıyordum. Söyleyebileceğim çok şey vardı:“Seni seviyorum,sevgilim,beni sakın bırakma,beraber ölelim,olur mu,güzel bir akşam yemeği yemesek mi beraber...” Bunların hepsini söyleyebilecekken ben “Seni seviyorum.Artık gidiyorum.”  diyebildim.
Tebessümü bir anda şoke olmuştu.Gözleri,bu sözleri telaffuz eden dudaklarıma kilitlenmişti.Aslında biz tartışırken o tartışmaya hep “Nasıl yani ya?!” diye başlardı.Ama bu kez hiçbir şey söylemiyordu.Hatta bir anlığına aşkımız için bir çıkar yol bulduğuma sevinmiş olduğunu hissettim. “Peki.” dedi.
Söylenmemiş bütün sözler o an zihnimizin içinde kulaklarımızı patlatacakmışçasına çığlık atıyordu.Yataktan kalktım.Yeni bir sigara yakıyordu.Lakaytlığına alışıktım ve ona öfkeli değildim.Herkesin söylediği “Sakın ben gidince kendini dağıtma,tamam mı?Bunu ikimizin de iyiliği için yapıyorum.” demedim,demeyecektim.O bunları biliyordu.Benim biricik sevgilim her şeyi bilirdi.Yine de anlamsız ama yapmadan edemeyeceğim bir hareket yaptım.Ona “İstanbul’a dönüyorum.Seni beklerim.” dedim.
Açık kapı bırakmak aptalların işiydi ve ben aptal olmuştum.O,sigarasını tüttürürken ben bavulumu topluyordum.Kapıdan çıkmaya yakın yataktan fırladı ve yanıma geldi. “Ne kadar ayrılamaz olduğumuzu anlaman için ayrılmamız icap ediyorsa demek...Git. Geri dönecek misin bakalım.” dedi ve beni öptü.Ayrılasım gelmiyordu ama onu orada bıraktım.Yeryüzünde,cansızken canlı dolaşan bedenler kervanına katıldım ben de.
Kim bilir belki birkaç haftaya yine onun göğsünde uyur,açık kahverengi gözlerine bakar,sigarasını içerken ukalaca konuşmasını hayranlıkla izlerdim.Aşk,dakikalar önce ölümle eşdeğerken ayrılık da şimdiki zamanda,beklemek ve ümitle eş anlamlıydı.Ölmekten daha hoştu her halükarda.Onu bekleyecektim.

Ayrılığın Anatomisi

(Uzun bir aradan sonra selamlar. Yazın mümkün mertebe dinlenmeye çalıştığım için daha önce üniversitemin İşletme Fakültesi'ne ait bir dergisinde [Üç Nokta dergisi] yayımlanan bir öykümü paylaşmak istedim. Keyifle okuyunuz.)
Ayrılık, ölüm kadar kat’idirİnkar edilemez, edilmesi teklif dahi edilemezdir.  Masallardaki “Sonsuza dek mutlu yaşadılar,” dan ne kalmıştır geriye? Artık büyümüşsünüzdür. Pamuk Prenses ölmüştür, Prensi ise acısından Tahtalı Köy’ü boylamak üzeredir. Robin Hood yaşlanmıştır, son kez zenginden alıp fakire dağıtacağı sırada kalp krizi geçirir. Üstelik daha yeni aşık olmuştur. Leydi’sine kavuşamadan ölüyordur. Ölürken aklından geçense “Zaten aramızda çok yaş farkı vardı, beni sevmezdi,”dir. Peki ya siz?
Aşk ulaşılmazlığını sizin için bir kez daha göstermiştir. Çaresizlik bir kez daha kapınıza dayanmıştır. Hatta kapıyı kırıp hanenize tecavüz etmiştir. Ne kadar ulaşılmazsa o denli güzeldir aşk. Hadi oradan! Yalnızca acı verir. Sesinizi duyurabildiniz mi? Hayır. Çünkü siz kendinizden geçip onu her olgunun yerine koyduğunuz halde, o sizi hiçbir mertebeye koymamıştır. Onun için o kadar manasızsınızdır ki.
Benim kara saçlı başım... Yorgun kalbim... Duracak haddeye gelmiş zihnim... Dinleyin beni üçünüz. Aşk insanı güzelleştirmez. Aşk yalnızca zehirler.Toplumda bilinen genel ama yanlış yargı: aşkın mutluluk verdiği inancıdır. En büyük ve en tehlikeli delüzyonlardan. Belki de politikadan daha zehirli, anlamsız, çetrefilli. Aşk mutluluk sonucu ortaya çıkan bir kaosdurumudur yalnızca. Sonu yine ızdıraptır. Muzdarip kişi dünyasına söver, sövdükçe güçlendiğini hisseder, sonra yine sövdüğü dünyasına sığınır, oraya kapanır ve onun göğsünde teselli bulmaya çalışır. Bu bir paradokstan ibarettir. Çünkü onu aşk marazına salan yine o sığındığı dünyasıdır. O dünya onu teselli etmez. Bilakis, işte o zaman esas yüzünü gösterir ve aşkın tüm çirkinliğini, hodbinliğini aşık kişiye görünür kılar. Aşık kişi, dünyasından öylesinetiksinir ki, maşukunu özler. Onun varlığıyla huzur bulacağı hissine kapılır. Bu evre onun en zorlandığı evredir. Çünkü ne dünyasını bırakabilir, ne de maşukuna ulaşabilir. Zira ortada ne derli toplu bir dünya vardır, ne de kollarını açıp aşığın gelmesini bekleyen maşuk...
Arafta kalan aşık kişi, nefes alamaz hale gelir, modern dünyanın onu parmakları arasında şekilden şekile sokmasıyla türlü hallere girer. Ezilir, büzülür. Belki de aşık kişinin duygusal manada en verimli çağını yaşadığı evredir bu evre. Çaresizliğin altın çağı... Düşünür, bir feylesofmuşçasına düşünür. Dünyasını güzelleştirmeye çalışır. Fakat o dünya bir türlü güzelleşmez. İçindeki her insan, ifa edilen her iş nedense yanlıştır, aşık kişinin gözüne batar. Bunun müsebbibini tefekküre dalar ve maşukunun aşık kişinin dünyasından ayrılmasıyla dünyasının terk edilmiş bir saraya döndüğü kanısına varır. Eski saray, harabeolmuştur. Nefret saçar aşık kişi. Aşk yoktur, aşk bitmiştir, maşuk keşke ölsündür, ona aşıkolduğu güne lanet olsundur! Bunları beyninin kıvrımlarının her birinden defalarca geçirir, kendini ve bedenini zehirler. Bu kirlilik neticesinde en çok yara alan ise... Hayır, kalp değildir. Ruhtur. Artık ruh, dünyanın ağırlığını taşımaktadır. Baş ağrısı yapmaktadır. Yaşama sevincini, hayat gayesini kenara atmıştır. Ondan başka ruhlar "Aman ne olursa olsun da Azrail beni almaya gelmesin," diye çırpınırken, o oturur gözlerini yola diker ve Azrail'ini bekler. Ona sevdalanır. Ölümü ister. Maddeten değil; belki de boşluğa düşmek ister. Bu da bir ölümdür onun için. Savrulur, savrulur... O beğenmediği, tiksindiği dünyası onu evirir çevirir ve birinin ayaklarının altına atıverir, "Al biraz da bununla oyalan, belki mutlu ölürsün," der. Olursun değil, ölürsün. Dünyası ona yeni birini "bahşedecektir" belki, eğer aşık kişi şanslıysa. Belki de bahşedilse dahi onunla olduğu saniyeden itibaren azap çekmeye başlayacaktır. Zorla, ona minnet duyarcasına onunla mutlu olmaya çalışacaktır. Fakat onun maşukunu unutacağıihtimalinin var olduğunu düşünmek ne kadar sersemcedir?! Onu nasıl unutabilsin kidir, böyle bir dünya yoktur, unutmak ahmaklar içindir!
Zaman her zaman devrededir. Kahrolması en çok istenen fakat kutsal değerlerden ötürü kahır okunamayan bu zaman kavramı hiçbir zaman çarkını geriye döndürmemiştir, döndürmez, döndürmeyecektir. Çünkü insan, zamanı tanımlarken dahi zaman kavramını kullanır. Zamanın hiçbir zaman geri dönmeyecek olması fikri… Çıldırtır. Fakat aşık kişi emindir, maşukun açtığı yara sıcaklığıyla kalır, soğumaz. Kalpte değildir, kalp yalnızca bir et parçasıdır. Söz konusu yara ruhta ve dimağdadır. Aşık kişinin ruhuyla dimağı koordine çalışır.Mutualist bir ilişki değildir artık onlarınki. Dimağ, maşuku hatırlatır ruha. Ruh da mütemadiyen kıvranarak dimağın o hatıraları tekrar yaşayıp yaşatmasına sebep verir. Mazoşist olurlar.
Aşık kişi ister istemez maşukunun nice zaman sonra pişman olup olmadığını sorgular içinde ve biraz hüzünlü biraz da hain, onun pişman olmuş olmasını diler. Sonra utanır. Dünyasının iç çekirdeği yaptığı maşukunun acı çekmesini dilediğinden utanır. Bir kez daha nefret eder kendinden. Şanslıysa şayet, sığınacağı birileri vardırMinnettar olduğu kişiye olanca gücüyle tutunur ama maşukunun etrafında pervane olduğu zamanlarda duyduğu zevkin zerresini duymaz. Artık sadece yetinmeye çalışır, kanaat eder. Sonra ölüm gelir. Ayrılığın kesin ve kat'i olması gibi ölüm de kesindir. Ayrılık aşktan, ölüm ayrılıktan beslenir. O halde aşk ölüm demektir. Aşık kişi ölür. Bu senaryoda ölemeyen aşık kişi yoktur. Bırakın bu senaryoyu; ölmeyen yoktur.
“Ten fânidir, can ölmez, gidenler gine gelmez,
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.” – Yunus Emre


13 Temmuz 2015 Pazartesi

Devre Arası

İyi sabahlar. Uzun süredir yazamadım. Sebebi vardı. Dün KPSS'nin son ayağına girdik. Zor bir sınavdı. Ayırt ediciliği yüksekti. Kimse memnun değil. İç tutarlılığı yoktu; ilk kısım çok zor, dilbilim, metodoloji ve edebiyat kısmı çok kolaydı. Açıkçası kitapçığı açtığımda "Aha şimdi boku yedik," dedim ama sanırım genel olarak çok da kötü bir sonuç gelmeyecek gibi. Gönül rahatlığıyla evime dönebilirim. 5 ay sonra. Kar yağıyordu ben memleketten İstanbul'a gelirken. Bütün bu sınav olayları elimi kolumu bağlamıştı ve nihayet bugün dönüyorum. Bunu söylemek için geç kalmış olabilirim. Eh, vaktim yoktu. Cumartesi günü 9 deneme çözdüm. Beynim yanmıştı. Umarım değer de, ilerde "Boşa zaman ve emek harcamışım," demem. Neyse.

Bugün yazmamın sebebi sınav muhasebesi yapmak değil. Eve gidiyor olduğumu belirtmek. Başlıktan da anlayacağın üzre, bir süre yazma faaliyetine giremeyebilirim. "Umurumda mı?" diyor olabilirsin. Okke. O da olur. Evde biraz dinlenmek istiyorum. Mümkünse bedenim "hiçbir şey yapmama eyleminin dayanılmaz hafifliği"ni tatsın bir süre. Biliyorum, bu çok uzun sürmez. Hatta iddia ediyorum, üç gün sonra sıkılacağım ama sıkılmamak için buradan yeni aldığım kitapları, resim defterimi ve sporla ilgili eşyalarımı aldım. Memlekette sıkılmamak için gereken ne varsa yapacağım. Arkadaşlarımla daha fazla vakit geçireceğim, zira hepsini çok özledim. Kuzenlerimle de aynı şekilde. Karasal iklim çocuğuyuz, denizden anlamayız gibi görünürüz ama yüzmeye gitmek de şart tabii. Atın beni havuzlara.

Kendimce bir tatil hazırladım. He, bu arada geçen sınava hazırlanmak için gittiğim kütüphane yolunda gördüğüm bir sahne sonrası aklımda bir öykü taslağı belirdi. İstanbul'dan ayrılmadan yazıp istediğim yerlere göndermek istiyordum fakat takdir edersin ki vakit bulunamadı. O yüzden bu öyküyü memlekette yazıp oradan bir yerlere göndermeyi düşünüyorum. Gelişmeler hakkında haberdar ederim. Gerçi yine ümidim yok ama bu sefer arsız olup 3-5 dergiye birden yollayacağım dergiyi. Ağlamayana meme yok. Bundan sonra bana "tuttuğunu koparan Merve" desinler. 

Babam emekli, annem ev hanımı. Biz abimle İstanbul'da öğrenciydik. Evde bilgisayar nâmına ne varsa İstanbul'a getirmiştik. Eh, evde bilgisayar yok. Babam akıllı telefonlarla arası iyi olan bir amca. Adam eve internet almıyor haliyle. Evde internet yok. Telefonumda var. Ama ben telefondan blog postu nasıl yazılır veya o yazılandan bir halt olur mu bilemiyorum. O yüzden cengaverlik yapmamak adına telefondan blog yazmaya devam etmeyeceğim. Aklıma bir şey gelirse tablete yazıp taslak halinde saklarım. Wi-fi bulunca da bam! 

Bloğun geleceği için iyi bir adım olmayabilir ama kimin umurunda? Okunma kaygısı olmadan yazıyorum. Okuyan okuyor. Okumayan da, eh okumuyor. Alan razı. 

Yazın da çalışan insanlar için üzülüyorum. Zor be. Yaşamak için çalışıyoruz. Çalışmak için ölüyoruz. Bir tatil sitesinin mottosu bile "Hepimiz tatil için çalışıyoruz." Açık açık "Eşşeğiz biz hepimiz toplumcanak," demiyor da. Zor işler. Eh, ağlamayana meme yok. Araba istiyorsan, ev istiyorsan, karının koluna bilezik bilmemne takmak, çocuğu kolejde okutmak ve/veya üniversiteyi kazansın diye (her ne kadar kaldırıldı dense de olgu hâlâ varlığını sürdürmektedir) dershaneye göndermek istiyorsan at gibi de çalışacaksın. Başka seçimin yok ki. Buradan aile ilişkilerine girmek istemem. Uzar. Ben de uzayayım.


İyi tatiller, tatil yapabilecek olanlar. Yapamayacak olanlar; hepiniz bir tatili hakkettiniz ama size uygulanan edimsel koşullanma deneyi sonrası terfi alsanız da ödül olan tatili almanız engellenmiş. Koşullu tepkiniz de "Bir gün bırakacağım bu işi," olmuş. Ama sen de biliyorsun, yemez. İyi günler.



3 Temmuz 2015 Cuma

2014-2015 Sezonunda Ne Öğrendik?

İyi günler. Bu yazı bir tür muhasebe yazısı olacak. Benim biten öğrenim hayatımın muhasebesi. Yaşam boyu öğrenmenin her zaman yanındayız. Ama sanıyorum ki bundan sonra lisans düzeyinde bir öğrencilik hayatını tekrar tatmam. Yarınki KPSS sınavı için son rötuşları yapmaktayım şu an. Vaktim çok kıymetli. Planlı ilerliyorum. Bu yazıyı bitirmem için 22 dakikam var. Uzatmayacağım.

2014'ün Eylül ayına son sınıf öğrencisi olarak başladım ve planlarımdan biri 2015 yazında formasyon alıp 2016'da atanmaktı. Lakin benim güzel okulum İstanbul Üniversitesi bir sürpriz yapıp kış aylarında bize bir formasyon kursu açtı. Sevinerek yatırdık paralarımızı. Fakat hayat öyle yağ gibi akmadı. Hele İstanbul Üniversitesi'nde hayat asla kolay değildir. Yoğunlaştırılmışın da yoğunlaştırılmışı bir eğitim bilimleri bombardımanı altındaydık. Konserve öğretmen adaylarına dönmüştük. Sabah sekizde başlayan dersler akşam sekizde bitiyordu. Tek güzel yanı derslerin ana kampüste olmasıydı. Heh, o meşhur kapı var ya. Orada ders işleme şerefine nail olduk. Ama program yoğun olduğu için manzaranın tadını çıkaramadık. 


İki döneme ayırmışlardı kursu. Birinci dönem işin Türkçe kısmıydı. Eğitim bilimleri. Atlattık. Fakat hiç unutmam iki günde on iki sınava girdim. Hem bu formasyon, hem açık öğretim. Sanırım süper kahraman olmaya çalışıyordum. Beyin meyin kalmadı. Dondurdum açık öğretimi. Hiçbir derdi olmayan, sadece okula gelip ortalaması 3'ün üzerinde olan sınıf arkadaşlarıma özendim. Ama sabahın köründe kalkıp formasyona devam ettim. Neyse o da bitti. Ama ben bu süreçte çalışılması gerektiği gibi çalışamadım elbette. Taş olsa çatlar yeğenim. Psikolojik açıdan çok yorucuydu. Hâlâ da baskıyı hissediyorum. Belki yarınki ve bir sonraki haftaki sınavı kazanamayacağım. Çünkü ben herkesin hakkettiğini yaşadığına inanırım. Ne kadar çalışırsan o kadar mükafat alırsın. Benim bu seneki KPSS amaçlı çalışmamla çok da parlak bir sonuç beklenemez. Tabii sınavda vahiy inmezse (töbest) ya da üstün zekâmı kullanacak olmazsam meheh. Şaka. 

Bu yazıyı şunun için yazmak istedim. Kimse de okumasın. Nitekim herhangi bir mecrada paylaşmayacağım okuyucuya ulaşsın diye. Sadece birkaç ay sonra sonuçlar açıklandığında gereksiz bir hayal kırıklığı yaşamak istemiyorum. Olgun ve sağlıklı bir birey gibi metanetle karşılamak istiyorum başarısızlığı. Bu da böyle biline. He kazanırsak o da kaymak olur üstüne. Ona da seviniriz tabii. Umarım her şeyin en güzeli olur. Hepimiz için. 

İyi günler. (Tam yirmi dakikada da tamamladım.)

2 Temmuz 2015 Perşembe

Çoğuldizgede Aşk Hep Baş Köşede

"Aşka peşinen atfettiğimiz yücelik yüzünden, onun basit bir bileşim olduğunu gözden kaçırıyoruz." - Dublörün Dilemması, Murat Menteş

Bak benim sevgili beni okumayan okurum. Sana iki çift lafım var. Duymazsın, okumazsın diyerekten kalaylı bir üslupla yazmayı düşünüyorum. Ne de olsa bu blogun amacı neydi? Günlük bunalmaları bu mecraya kusmak. Çekilin, kusacaklarım var. Beynim yine yediklerini çıkarmak istiyor.

Benim beni okumayan okurum benden aşk mefhumuyla ilgili bir şeyler yazmamı bekliyorsa diye düşündüm bugün. İnşallah öyle bir beklentin yoktur. Eğer edebiyata biraz ilgin varsa aşkın edebiyat dizgesinin neredeyse merkezinde olduğunu görürsün. Itamar Even-Zohar'ın Çoğuldizge Kuramı aşk karşısında diz çökmüş, el pençe divan durmaktadır bu sebepten ne yazık ki. Merkezde aşk varken, marjinde ne var? Aksiyon, düşünce, mantık ve niceleri. İçinde aşk olmayan şey değer görmüyor. Edebiyatta bile. Üzücü. Kafasını sadece aşka yormaya çalışan ve bunu kendince de başaran insanlar yetişiyor. Hele bir de bu kavramı abartıp tasavvufla ikili ilişkileri harmanlayan vatandaşa ne demeli? Hadi. Hepimizin böyle bir arkadaşı vardır. Kızcağız sevgilisi tarafından terk edilir ve sosyal medya hesaplarını Rûmi ve Şems'ten incilerle doldurur. Aklınca karşıdakine mesaj verdiğini düşünür sonra. 

İddia ediyorum. Hepsi gereksiz. Evet, iddiam bu kadar. Bir dayanağı olması da gerekmez. Maalesef, sen inanmasan da benim duygusal okurum, birçok kavram sen parkta oynar gibi oyna, vakit harca diye üretiliyor. Aşk da böyle bir şey. Eskiden aşk üzerine çok düşünürdüm. İdeal aşk nasıl olmalı vs gibi sorulara kafa yorardım. Ya da ben gerçekten aşık mıyım, ya da yaşadığım şey bir delüzyondan mı ibaret, bunları sorgulardım. Eh, sonunda görüyoruz ki zaman kaybı. Aşkın inanın abartılacak bir yanı yok. Maalesef birçok konuda Freud'la aynı fikirde olduğumu belirtmek durumundayım, sevgili kendini muhafazakâr sanan artist okur. Şimdi beni taşlayabilirsin. Evet. Aşkın bir kısmı sevgi ve şefkatten besleniyor olabilir ama işin Freudyen boyutuna değinmeyeceğim. Hem o derece derûn olmayan psikoloji bilgimi konuşturmak istemem, hem de ne alaka şimdi kardeşim? 

Neyse. Çocukluğumdan beri duygusal ve romantik bir tip olduğumu düşünürüm. Hâlâ da öyleyimdir. Ama eskiden bunu daha fazla dışa yansıtırdım. Sanırım o zamanlar "mahrem" kavramına biraz uzaktım ya da delice coşan ve ırmaklar gibi çağlayan gençliğim karşı cinse "Bak ben de buradayım" demeye çalışıyordu. Ne dersen de. Şimdi benim ağzımdan birinin gelip aşka dair bir aforizma duyması mümkün değil. Yaşlanıyor olmalıyım. Aradığını bulmuş da diyebilirsin. 



İnsan hayalini kurduğu noktaya gelene kadar yüzlerce solucan deliğinden geçiyor, metamorfoza maruz kalıyor, sonra bir bakmış hayal kurduğu şey şekil değiştirmiş ama yine hayal kurulan şey aynı. İnsan neyin hayalini kurar? Mutluluğun. Her şeyin altında bu yatar. Her insan az biraz hedonisttir. Çok paraya sahip olmak isteyen de mutluluk ister, sevdiğiyle ölmek isteyen de mutluluk ister. Tabii bu amaçlar doğrultusunda yapılan her şey insanı mutluluğa götürür mü, orası artık insanın seçimlerine kalır. Ne de olsa insan saçma sapan, her boku eline yüzüne bulaştıran bir varlık. Mükemmeliyet beklememek lazım. 

Ne saçmalıyorum ben? Zihnim diyor ki "Bu konuları düşüneceğine şimdi çok daha güzel bir iş yapıyor olabilirdin." Ya ne istiyorsun benden? Etim ne budum ne, beyin? 

Kızıyorum. İnsanların bulunması çok da zor olmayan ve bulununca her şeyin kolaylıkla ilerlediği bir şeyi hint kumaşılaştırmasına kızıyorum. Bunu yapanlar sanat icra edenler işte. Bu kadar yüceltmeye ne gerek vardı, ey Fuzûli, ey Sâd-i Şirâzî, ey Brontë Kardeşler, ey Jane Austen ve ey daha niceleri? Çıtayı yükselttiniz. Zaten osuruktan nem kapan mübarek bir milletiz, oğlanlara kız, kızlara oğlan beğendiremez olduk. Herkesin burnu bir karış havada. Kadınlar erkekleri gönlünce "abaza", erkekler kadınları rahatça "kezban" olarak etiketleyebiliyor. Bu rahatlığı da kim verdi bu insanlara, onu da anlamış değilim. Hem böyle "açlık" varken, hem "nefes almalı, o kâfi" vs diyorken, nasıl böyle itin bir yerine sokma işlemi,.. Allahü alem.

Neyse. Diyeceğim şu, sevgili okumayan okurum: Benden çok büyük şeyler bekleme. Sen zaten aşkın überfantastik bir şeyler olduğuna inanmışsın. Doğru. Bazen fantastik anları olabiliyor. Ama hadi. Hayat kanlı canlı bir gerçek. Canımın içi, böyle şeyler yalnız romanlarda olur. Eğer roman yazarsam bir gün elbet aşktan da bahsederim. Neden? Çünkü romanlar her ne kadar hayatı anlatsa da kurgudur ve olmayacaklar oluverir. O zaman überfantastik bir aşktan bahsedilebilir. Ancak sen kendini çoğunluk okur gibi sıradan ve her şeye inanan bir okur olarak görüyorsan, o zaman üzgünüm, benim yazdığım aşk hikayesine de inanacaksın dostum. Bence inanma. Atıyorum kafadan.

Daha eleştireceğim çok şey yığılıyor kafama. Mesela geçenlerde kendini vaiz sanan genç abilerden biri aşk yaşama olayının ters olduğunu anlatan bir kitap çıkardı ve bestseller oldu bu kitap. İsim vermiyorum. Bilen bilir. Bir de garip bir mottosu var: çayı açık, seni kapalı severim. Oha. 1. Yetti sizin çay edebiyatınız. 2. Nasıl yani, kutsal sayılan bir şeyi sen nasıl böyle hedehödö? Kızdım yani. Ama okuyun, ne diyeyim. Okumak isteyen okusun. He ben olsam okumam. (Vicdan yaptırmak suçluluk duygusunu âni tetikler. Umalım ki başarmış olayım.)

İyi akşamlar. 


28 Haziran 2015 Pazar

Mızıkası Olmadığı İçin Bremenlilere Katılamayan Küçük Kız


Her zamanki saatte gözlerini açtı küçük kız. Yedi buçuk. Neden hep bu saatte uyanırdı ki? Tamam, bilirdi, metabolizması büyüklerinden hızlı çalıştığı için minik vücudu erkenden dinlenmiş oluyordu ama sabahın erken saatinde uyanıp tavana bakmak ne zaman eğlenceli olmuştu ki? İki seçeneği vardı kızın sabah uyandığında. Annesi gelip onu öpücükleriyle uyandırana kadar ya tavana bakmak ya da yerdeki eskimiş halının desenlerini gözleriyle tekrar nakşetmek. Oyuncağı yoktu. Mesela oyuncak treni olsaydı. Raylarını söküp söküp yeniden taksaydı. Onla oynasaydı. Bir de çuf çuf diye öten bir düdüğü olsaydı trenin. Annesiyle babası uyanana kadar oyalanmış olurdu küçük kız. Ama yoktu işte. Bugün Pazar'dı. Ve Pazarları geç saate kadar uyunurdu evde. Çünkü babalar sadece Pazar günleri dinlenirdi. Küçük kız artık eskisi kadar şımarıklık yapamıyordu. Ah yapabilseydi, o zaman şimdi annesiyle babasını uyandırmak için çoktan yatak odalarına girmiş olurdu. Ama artık büyümüştü. Siz büyüklerin "Büyümüş artık yahu" diyeceği bir yaşta değildi belki ama artık rollerini daha iyi biliyordu. Artık annesini babasını uyandırmaya gidemezdi. Bu alenen yaramazlık olurdu. Tavana bakmaya devam etti. Baktı, bu öyle gitmeyecek, cılız bacaklarını sallandırdı yataktan. Bir şey yapmalıydı.


Hayatı bunca zaman anne ve babasına bağlı olarak geçmişti. Hiç maceraya çıkmamıştı. Okumaya çalıştığı o ucuz resimli masal kitaplarındaki kahramanlar yaşları ve durumları ne olursa olsun maceraya çıkıyorlardı. Bremen Mızıkacıları bile Bremen'in altını üstüne getiriyordu. Küçük kız neden maceraya çıkamasındı ki? Hem yaşadığı şehir onun için tüm dünyadan ibaret değil miydi? O zaman tüm şehir onun dünyasıydı ve o zaman bu dünyayı avucunun içi gibi biliyordu küçük kız. Eskimiş elbisesini giydi. Evet, daha ne kadar belli etsindi ki bu kız? Fakir ve küçük bir kızdı. Hayatında ilk defa cesur davranacaktı. Elbisesini giydikten sonra topuklarından yavaş yavaş eskimeye başlayan çoraplarını giymeye çalıştı. O bir çocuktu ve çocukluğun verdiği o aceleyle çorabı sağ ayağına hızla geçirirken eskiyen topuk kısmı cart diye yırtıldı. Hiç sorun değildi. Bu ilk delik çorabı değildi. Hatta küçük kıza göre yazın böyle çoraplar giymek daha rahat oluyordu.

Annesi ve babasının sesi hâlâ çıkmıyordu. Sadece kapının ardından babasının düzenli şekilde horladığını duyabildi küçük kız. Mutfağa yönelip buzdolabını güç bela açıp kırmızı bir elma aldı. Elbisesinin cebine soktu. Komik görünüyordu. Cebindeki elma, ağırlığından dolayı elbisesinin eteğini aşağı sarkıtıyordu. Ama o çocuktu ve çocukların moda duygusu olmazdı, gerek de yoktu. Antrede ilerleyip kapıya yöneldi. Maceraya adım adım ilerlemenin verdiği coşku başını döndürüyordu. Hani hep o çok görüşmediği kendi ailesinden de fakir halasının evine gittiğinde içine dolan o garip kamaşma var ya, işte oydu. Onun için "garip bir yer" her zaman fakir halasının eviydi. Nadir gittiği için bu kamaşmayı yaşardı orada. İşte şimdi de bu kamaşma olmuştu içinde. 

Kapıyı usulca açtı ve kendini sokağa saldı küçük kız. Eski ayakkabıları yamru yumru olmuştu ve maalesef az önce becerdiği delik çorap vakasını örtecek kadar uzun bilekleri yoktu bu ayakkabıların. Ayaklarım dikkat çekmesin diye çarpık çarpık yürüyordu kız, utancından. Merak etmesine gerek yoktu. Sabah sekize doğruydu ve Pazar günü kalabalık olmazdı sokaklar. Cebindeki elmayı çıkarma vakti gelmişti. Keşke çıkmadan evvel bir çişini yapıp dişini filan fırçalasaydı. Hem bu elma kime yetecekti canım? Çocuk dediysek çocuktu ama bebek midesi de yoktu herhalde! Daha evinin sokağından ayrılmadan bu maceraya çıktığına pişman olmaya başladı kız. Ama artık büyüyordu ve gurur denen bir mefhumdan haberdar olmaya başlamıştı bilinci. Geri dönemezdi. Nasılsa geri dönecekti ama bari şu iki elin parmağıyla sayılabilecek yıllık ömründe delice bir şey yapsa sokakta arkadaşlarına anlatacak hikayesi olurdu belki. Hem o salaklar da artık dalga geçmezdi belki onunla. Ne kadar cesur olduğunu anlarlar, ayaklarını denk alırlardı belki. 

Bunun için çıkıyordu yola. Karşıdan bir teyze geliyordu. Elinde torbalar vardı. Teyze yaşlı ve topluydu. Elindeki torbalar durumuna pek yardım etmiyor gibiydi. Nefes nefese kalmış olmasına rağmen kızdan gözünü almıyordu. Aklından neler geçiyordu kim bilir? "Sabah sabah ne yapıyor dışarda bu yavrucak? Evden mi attılar? Kimi kimsesi yok mu acep?" Küçük kız teyzenin -babasının deyimiyle- arıza çıkaracağını sezmiş ve hemen sırtını dönüp geldiği sokağa sapmıştı. Çocuk endişeleri işte. Yine evinin sokağındaydı. Geldiği yere dönmüştü. Elmasını bitirmişti ama çöpünü atacak yer bulamadığından elinde taşıyordu. Bir arabanın altından büyük bir kedi çıkageldi. "Elindeki elma çöpünü bana vermelisin. Hemen. Acıktım," dedi küçük kıza. Kız da "Tamam, ben doydum zaten," deyip elma çöpünü kedinin önüne yavaşça bıraktı.


Kız anladı. Kız anladı ki bu yolculuğu yapmak için gerekli cesaret henüz onda temerküz etmemişti. Artisliğin lüzumu yoktu. Kabul etmişti işte. O, karşıdan gelen torbası elinde tombik teyzeden bile ürküyordu. O kim, macera kimdi? Belli ki Bremen Mızıkacıları çok olgun, çok akıllı ve büyüklerdi. Bir yandan kendine "Aferin sana. Aptallık edip uzaklara gitmedin. Ya başına bir şey gelseydi. Gariban annen ne yapardı sensiz?" diyordu. Ve ilk defa burada insan olmanın beraberinde gelen sempati duygusunu hissetti. Kendisini annesinin yerine koydu ve evladını kaybetmiş bir annenin yanan yüreğini hissetti. Sonra gözleri buğulandı. Boğazında bir düğüm oldu. İlk defa ağlamayı kendine şeker aldırmak için filan silah olarak kullanmıyordu. Hakiki ağlıyordu. Sevindi. "İyi bir kadın olacağım ben!" dedi ve küçük bir kız çocuğu sevinçle nasıl haykırarak gülerse onun gibi güldü. Evin önüne gelince zile bastı. Biraz bekledi. Gelen olmadı. Bir daha bastı ve küçük bir çocuk nasıl "Anneeaaee!" diye bağırırsa öyle bağırdı. Sonunda annesi kapıyı açtı. Yüzünü birden telaş kapladı. "Ne işin var senin dışarda yavrum?" dedi. Küçük kız madem kendini bu kadar akıllı olduğuna inandırmıştı, eh hadi bakalım o zaman, inandırıcı ve zekice bir yalan söylesindi. Biraz düşünüp yüzüne aptal ifadesi takındıktan sonra "Size kahvaltı için bakkala ekmek almaya gidecektim ama sehpanın üzerinden bozuklukları almaya unutmuşum anne! Çok salakım di mi?" dedi ve kahkaha attı. Annesi bunu duyunca bir nefes aldı ve aklınca anne ve babasına sürpriz yapmak isteyen küçük kızı ona çok tatlı göründü ve ona sarıldı. 

"Dur bekle ben getireyim parayı," dedi. Paraları çok yoktu. Ekmek almaya ve diğer hayatî ihtiyaçları karşılamaya yetecek kadar paraları vardı ancak harika bir kızları vardı. Kediler, olmayan arabalarının altına saklanıp sabahları kızlardan elma çöpü istemiyor olabilirdi. Küçük kızın babası elinde torbalarla ve israf etmekten şişmiş göbeğiyle alışverişlerden dönmüyor olabilirdi. Küçük kızın oyuncak treni olmayabilirdi. Ama onların ailesi yazarların romanlarında imrenerek anlattığı ve kıt kanaat geçinme sanatını tüm ihtişamıyla icra eden bir türdendi. Arabaya, tombul bir göbeğe veya oyuncak trene lüzumları yoktu. Onlar mutluydu. 

İyi akşamlar.



27 Haziran 2015 Cumartesi

Gurbetçinin Cirith Ungol'ü


İyi günler. Bu gece kötü bir rüya gördüm. Rüya tabirinden anlamam. Çok da araştırmam ne anlama geldiğini. Hayır olsun der, geçeriz. Neyse. Rüyamda güyam ben liseye gidiyormuşum. Yanımda kuzenlerimden bir abim var. Beraber gidiyoruz. Karanlık. Kar yağıyormuş. Yürüyerek gidiyoruz. Ben yolda giderken eski arkadaşlarımı görürüm diye radarları açıyorum. Ortam o kadar kalabalık olmasına rağmen bir tane bile tanıdık yüz yok ortada. Memleketim o kadar da kalabalık bir şehir değildir ama benim rüyamda her yer teenager kaynıyor. Ve hepsinin her zamanki gibi saçma salak hareketler yaptığını gözlemliyorum. Kimseyle etkileşime girme hevesinde değilim. Hâlâ sisli ve puslu bir hava hâkim. İlerlemeye devam ediyoruz. Kalabalık bir yer ama ortalıkta bazen hiç bina görünmüyor. Evet evet. Sanki mahşer yeri. Ergenlerin mahşeri. Ben hâlâ arkadaşlarımı arıyorum. Yanımdaki kuzenim de beni korumaya gelmiş galiba. Ama ben onunla bile fazla konuşmuyorum. "X arkadaşım buralarda olabilir, gel şuradan gidelim," filan diyorum bazen. Okula yaklaşıyoruz. Mahallenin içinde dolanıyoruz ama bir türlü ulaşamıyoruz. Adeta Lord of the Rings'te Frodo'yla Sam'in Mordor'a girdikten sonra Hüküm Dağı'na bir türlü ulaşamaması gibi. Bu durumda ben Frodo oluyorum elbette. Eğer filmin extended version'larını izlemişseniz Kralın Dönüşü'nde Frodo'yla Sam'in Cirith Ungol'den ork zırhlarıyla kaçıp mecburen orkların arasına karıştığı bölümü görmüşsünüzdür. Orada bu ikisi yakalanma tehlikesi yaşar. Orklar olayı çakmak üzeredir. O sahnede dikkatimi çeken şey puslu ve iğrenç yapış yapış atmosferdir. Meşaleler vs. İşte rüyamda da böyle boktan bir atmosfer vardı. Allah'tan bizim ensemizde boza pişiren bir ork güruhu yoktu ama nedense izleniyormuşuz gibi hissediyordum. Rüyamda bile yakamı bırakmıyor anksiyete illeti. Kaç para ulan özgürce rüya görmek?

Ne diyordum? Nihayetinde okula vardık. Benim lisemin kocaman bir spor salonu vardı. Vakt-i zamanında kıymetini bilememişim. Sadece badminton oynardım. Oturuyoruz tribünde bir yere. Kalabalık. Maç izleyeceğiz herhalde. Sonra salak ben ağlamaya başlıyorum. Diyorum ki kuzenime dönmeden "Buralarda böyle gezerdim, ne ara büyüdüm. Çok özledim ben bu zamanları," diyorum. Hani rüyalarda birden boyut değiştirip başka mekanlara atlarsınız ya solucan deliği filan olmadan. Birden ortamdan sıyrılıyorum. Yarı yosunlu, yarı temiz iğrenç bir havuzdayım. Ama yüzme isteğim kabarmış, atlıyorum suya. Temiz tarafında yüzüyorum. Ne güzel. Havuzun içi tuhaf. İçinden geçebileceğiniz boruları filan var. Aquapark bozması gibi. Ben de artislik yapıp bir iki tane borudan estetik bir şekilde geçiyorum. Tam bir tane daha borunun içinden geçmek üzereyim ki borunun suyun içinde değil üstünde olduğunu fark ediyorum. Kafamı dışarı çıkarıp aşağı bakıyorum, eğer vücudumu sallandırırsam iğrenç, pis, yosunlu suyun içine dalacağım. Bu düşünce midemi bulandırıyor. "Yosunlar saçlarıma bulaşacak. Boğazıma girecek." Sonra dar boruda kendimi geri ittirmeye çalışıyorum. Pis dünyaya doğmamak için ana rahmine dönmeye çalışan yeni-doğmayan gibi. Ama boru beni kabul etmiyor. Oradan geçebilmiş olmama rağmen ya kıçım iki saniyede çok genişlemiş, ya da boru daralmış, geçemiyorum. Sığmıyorum. Sesim de çıkmıyor. Malum, ciğerler daha açılmadı. Ben boruya girmeden önce etraf ergen kaynamaktayken şimdi bir kişi bile görmüyorum ortada. Sonra uyandım. Allah'a şükür kâbusmuş. 

Şimdi ben bu rüyadan ne anladım? Bunu niye anlattım? Bak arkadaşım ben memleketini ve evini çok seven biriyim. Ve evime en son Şubat ayında gittim. Otobüsle beş saat, özel araçla üç saatle gidilecek bir mesafe olmasına rağmen "Aman dur, şunu da halledeyim, öyle rahat rahat gideyim. Ay dur, şu sınav, ay dur bu büt, ay dur şu formasyon, ay dur şu arkadaşlar..." derken ben evimden, babamdan, memleketimdeki dostlarımdan ve en sevdiğim mekanlardan aylardır uzağım. Bu kimin suçu? Benim. Tatava yaptım hep. Kendi babam "Hadi gel artık, ne zaman geleceksin?" dedi. Anneannem bile " Gözümde tütüyonuz," dedi ama ben ayak yaptım. "Durun şu işler bitsin, gelcem." Hangi işler? Ne işi? İşler hiç biter mi? 


Ben anlamam rüya tabirinden. Ama bana göre bu artık ruhumun ve zihnimin işbirliği yaparak sinyal vermesiydi. "Evine dön artık," diyorlar. Borudan geçme işlemleri mesela. Bir yere vardığımı sanıyordum ama sonunda pis bir yere ulaştım. Hiçbir yer. Sıkıştım sonunda da. Eski arkadaşlarımı arıyor olmam mesela. Bu arada geçmişte de, şu an da çok arkadaşım yok. Hakiki olanlar var/dı sadece. Rüyada o kadar kalabalık görmem İstanbul'un kalabalığı ama bir boka yaramıyor olması gerçeğiydi bence. Arkadaşlarımı fellik fellik aramam da bir başka yardım çağrısı. Velhasıl âlim olmaya lüzum yok. Ben evimi özledim. Az kaldı diye kendimi teselli ediyorum. Arkadaşlarımı göreyim, akrabalarımı göreyim, kuzenlerimi göreyim istiyorum. Ergenliğimin geçtiği yerlerde dolaşmak istiyorum. Her sokak bir şey ifade ediyor. İlla ki her sokak değil tabii ama bildiğim sokaklar. 

Umarım daha fazla burada dünyalık başarılar için oyalanıp ailemi ve arkadaşlarımı yok saymaya devam etmem. Zira bu durumdan memnun değiliz. Şehrimin de beni özlediğini varsayıyorum. O da sever beni. Neticede doğduğum yer. Bana bugüne kadar hiç yamuk yapmadı ve ben bana yamuk yapmayana sonuna kadar saygı-sevgi gösteririm. İnsan ilişkilerinde de böyledir. 

Daha iyi rüyalar görmek dileğiyle. Mutlu günler.