28 Haziran 2015 Pazar

Mızıkası Olmadığı İçin Bremenlilere Katılamayan Küçük Kız


Her zamanki saatte gözlerini açtı küçük kız. Yedi buçuk. Neden hep bu saatte uyanırdı ki? Tamam, bilirdi, metabolizması büyüklerinden hızlı çalıştığı için minik vücudu erkenden dinlenmiş oluyordu ama sabahın erken saatinde uyanıp tavana bakmak ne zaman eğlenceli olmuştu ki? İki seçeneği vardı kızın sabah uyandığında. Annesi gelip onu öpücükleriyle uyandırana kadar ya tavana bakmak ya da yerdeki eskimiş halının desenlerini gözleriyle tekrar nakşetmek. Oyuncağı yoktu. Mesela oyuncak treni olsaydı. Raylarını söküp söküp yeniden taksaydı. Onla oynasaydı. Bir de çuf çuf diye öten bir düdüğü olsaydı trenin. Annesiyle babası uyanana kadar oyalanmış olurdu küçük kız. Ama yoktu işte. Bugün Pazar'dı. Ve Pazarları geç saate kadar uyunurdu evde. Çünkü babalar sadece Pazar günleri dinlenirdi. Küçük kız artık eskisi kadar şımarıklık yapamıyordu. Ah yapabilseydi, o zaman şimdi annesiyle babasını uyandırmak için çoktan yatak odalarına girmiş olurdu. Ama artık büyümüştü. Siz büyüklerin "Büyümüş artık yahu" diyeceği bir yaşta değildi belki ama artık rollerini daha iyi biliyordu. Artık annesini babasını uyandırmaya gidemezdi. Bu alenen yaramazlık olurdu. Tavana bakmaya devam etti. Baktı, bu öyle gitmeyecek, cılız bacaklarını sallandırdı yataktan. Bir şey yapmalıydı.


Hayatı bunca zaman anne ve babasına bağlı olarak geçmişti. Hiç maceraya çıkmamıştı. Okumaya çalıştığı o ucuz resimli masal kitaplarındaki kahramanlar yaşları ve durumları ne olursa olsun maceraya çıkıyorlardı. Bremen Mızıkacıları bile Bremen'in altını üstüne getiriyordu. Küçük kız neden maceraya çıkamasındı ki? Hem yaşadığı şehir onun için tüm dünyadan ibaret değil miydi? O zaman tüm şehir onun dünyasıydı ve o zaman bu dünyayı avucunun içi gibi biliyordu küçük kız. Eskimiş elbisesini giydi. Evet, daha ne kadar belli etsindi ki bu kız? Fakir ve küçük bir kızdı. Hayatında ilk defa cesur davranacaktı. Elbisesini giydikten sonra topuklarından yavaş yavaş eskimeye başlayan çoraplarını giymeye çalıştı. O bir çocuktu ve çocukluğun verdiği o aceleyle çorabı sağ ayağına hızla geçirirken eskiyen topuk kısmı cart diye yırtıldı. Hiç sorun değildi. Bu ilk delik çorabı değildi. Hatta küçük kıza göre yazın böyle çoraplar giymek daha rahat oluyordu.

Annesi ve babasının sesi hâlâ çıkmıyordu. Sadece kapının ardından babasının düzenli şekilde horladığını duyabildi küçük kız. Mutfağa yönelip buzdolabını güç bela açıp kırmızı bir elma aldı. Elbisesinin cebine soktu. Komik görünüyordu. Cebindeki elma, ağırlığından dolayı elbisesinin eteğini aşağı sarkıtıyordu. Ama o çocuktu ve çocukların moda duygusu olmazdı, gerek de yoktu. Antrede ilerleyip kapıya yöneldi. Maceraya adım adım ilerlemenin verdiği coşku başını döndürüyordu. Hani hep o çok görüşmediği kendi ailesinden de fakir halasının evine gittiğinde içine dolan o garip kamaşma var ya, işte oydu. Onun için "garip bir yer" her zaman fakir halasının eviydi. Nadir gittiği için bu kamaşmayı yaşardı orada. İşte şimdi de bu kamaşma olmuştu içinde. 

Kapıyı usulca açtı ve kendini sokağa saldı küçük kız. Eski ayakkabıları yamru yumru olmuştu ve maalesef az önce becerdiği delik çorap vakasını örtecek kadar uzun bilekleri yoktu bu ayakkabıların. Ayaklarım dikkat çekmesin diye çarpık çarpık yürüyordu kız, utancından. Merak etmesine gerek yoktu. Sabah sekize doğruydu ve Pazar günü kalabalık olmazdı sokaklar. Cebindeki elmayı çıkarma vakti gelmişti. Keşke çıkmadan evvel bir çişini yapıp dişini filan fırçalasaydı. Hem bu elma kime yetecekti canım? Çocuk dediysek çocuktu ama bebek midesi de yoktu herhalde! Daha evinin sokağından ayrılmadan bu maceraya çıktığına pişman olmaya başladı kız. Ama artık büyüyordu ve gurur denen bir mefhumdan haberdar olmaya başlamıştı bilinci. Geri dönemezdi. Nasılsa geri dönecekti ama bari şu iki elin parmağıyla sayılabilecek yıllık ömründe delice bir şey yapsa sokakta arkadaşlarına anlatacak hikayesi olurdu belki. Hem o salaklar da artık dalga geçmezdi belki onunla. Ne kadar cesur olduğunu anlarlar, ayaklarını denk alırlardı belki. 

Bunun için çıkıyordu yola. Karşıdan bir teyze geliyordu. Elinde torbalar vardı. Teyze yaşlı ve topluydu. Elindeki torbalar durumuna pek yardım etmiyor gibiydi. Nefes nefese kalmış olmasına rağmen kızdan gözünü almıyordu. Aklından neler geçiyordu kim bilir? "Sabah sabah ne yapıyor dışarda bu yavrucak? Evden mi attılar? Kimi kimsesi yok mu acep?" Küçük kız teyzenin -babasının deyimiyle- arıza çıkaracağını sezmiş ve hemen sırtını dönüp geldiği sokağa sapmıştı. Çocuk endişeleri işte. Yine evinin sokağındaydı. Geldiği yere dönmüştü. Elmasını bitirmişti ama çöpünü atacak yer bulamadığından elinde taşıyordu. Bir arabanın altından büyük bir kedi çıkageldi. "Elindeki elma çöpünü bana vermelisin. Hemen. Acıktım," dedi küçük kıza. Kız da "Tamam, ben doydum zaten," deyip elma çöpünü kedinin önüne yavaşça bıraktı.


Kız anladı. Kız anladı ki bu yolculuğu yapmak için gerekli cesaret henüz onda temerküz etmemişti. Artisliğin lüzumu yoktu. Kabul etmişti işte. O, karşıdan gelen torbası elinde tombik teyzeden bile ürküyordu. O kim, macera kimdi? Belli ki Bremen Mızıkacıları çok olgun, çok akıllı ve büyüklerdi. Bir yandan kendine "Aferin sana. Aptallık edip uzaklara gitmedin. Ya başına bir şey gelseydi. Gariban annen ne yapardı sensiz?" diyordu. Ve ilk defa burada insan olmanın beraberinde gelen sempati duygusunu hissetti. Kendisini annesinin yerine koydu ve evladını kaybetmiş bir annenin yanan yüreğini hissetti. Sonra gözleri buğulandı. Boğazında bir düğüm oldu. İlk defa ağlamayı kendine şeker aldırmak için filan silah olarak kullanmıyordu. Hakiki ağlıyordu. Sevindi. "İyi bir kadın olacağım ben!" dedi ve küçük bir kız çocuğu sevinçle nasıl haykırarak gülerse onun gibi güldü. Evin önüne gelince zile bastı. Biraz bekledi. Gelen olmadı. Bir daha bastı ve küçük bir çocuk nasıl "Anneeaaee!" diye bağırırsa öyle bağırdı. Sonunda annesi kapıyı açtı. Yüzünü birden telaş kapladı. "Ne işin var senin dışarda yavrum?" dedi. Küçük kız madem kendini bu kadar akıllı olduğuna inandırmıştı, eh hadi bakalım o zaman, inandırıcı ve zekice bir yalan söylesindi. Biraz düşünüp yüzüne aptal ifadesi takındıktan sonra "Size kahvaltı için bakkala ekmek almaya gidecektim ama sehpanın üzerinden bozuklukları almaya unutmuşum anne! Çok salakım di mi?" dedi ve kahkaha attı. Annesi bunu duyunca bir nefes aldı ve aklınca anne ve babasına sürpriz yapmak isteyen küçük kızı ona çok tatlı göründü ve ona sarıldı. 

"Dur bekle ben getireyim parayı," dedi. Paraları çok yoktu. Ekmek almaya ve diğer hayatî ihtiyaçları karşılamaya yetecek kadar paraları vardı ancak harika bir kızları vardı. Kediler, olmayan arabalarının altına saklanıp sabahları kızlardan elma çöpü istemiyor olabilirdi. Küçük kızın babası elinde torbalarla ve israf etmekten şişmiş göbeğiyle alışverişlerden dönmüyor olabilirdi. Küçük kızın oyuncak treni olmayabilirdi. Ama onların ailesi yazarların romanlarında imrenerek anlattığı ve kıt kanaat geçinme sanatını tüm ihtişamıyla icra eden bir türdendi. Arabaya, tombul bir göbeğe veya oyuncak trene lüzumları yoktu. Onlar mutluydu. 

İyi akşamlar.



27 Haziran 2015 Cumartesi

Gurbetçinin Cirith Ungol'ü


İyi günler. Bu gece kötü bir rüya gördüm. Rüya tabirinden anlamam. Çok da araştırmam ne anlama geldiğini. Hayır olsun der, geçeriz. Neyse. Rüyamda güyam ben liseye gidiyormuşum. Yanımda kuzenlerimden bir abim var. Beraber gidiyoruz. Karanlık. Kar yağıyormuş. Yürüyerek gidiyoruz. Ben yolda giderken eski arkadaşlarımı görürüm diye radarları açıyorum. Ortam o kadar kalabalık olmasına rağmen bir tane bile tanıdık yüz yok ortada. Memleketim o kadar da kalabalık bir şehir değildir ama benim rüyamda her yer teenager kaynıyor. Ve hepsinin her zamanki gibi saçma salak hareketler yaptığını gözlemliyorum. Kimseyle etkileşime girme hevesinde değilim. Hâlâ sisli ve puslu bir hava hâkim. İlerlemeye devam ediyoruz. Kalabalık bir yer ama ortalıkta bazen hiç bina görünmüyor. Evet evet. Sanki mahşer yeri. Ergenlerin mahşeri. Ben hâlâ arkadaşlarımı arıyorum. Yanımdaki kuzenim de beni korumaya gelmiş galiba. Ama ben onunla bile fazla konuşmuyorum. "X arkadaşım buralarda olabilir, gel şuradan gidelim," filan diyorum bazen. Okula yaklaşıyoruz. Mahallenin içinde dolanıyoruz ama bir türlü ulaşamıyoruz. Adeta Lord of the Rings'te Frodo'yla Sam'in Mordor'a girdikten sonra Hüküm Dağı'na bir türlü ulaşamaması gibi. Bu durumda ben Frodo oluyorum elbette. Eğer filmin extended version'larını izlemişseniz Kralın Dönüşü'nde Frodo'yla Sam'in Cirith Ungol'den ork zırhlarıyla kaçıp mecburen orkların arasına karıştığı bölümü görmüşsünüzdür. Orada bu ikisi yakalanma tehlikesi yaşar. Orklar olayı çakmak üzeredir. O sahnede dikkatimi çeken şey puslu ve iğrenç yapış yapış atmosferdir. Meşaleler vs. İşte rüyamda da böyle boktan bir atmosfer vardı. Allah'tan bizim ensemizde boza pişiren bir ork güruhu yoktu ama nedense izleniyormuşuz gibi hissediyordum. Rüyamda bile yakamı bırakmıyor anksiyete illeti. Kaç para ulan özgürce rüya görmek?

Ne diyordum? Nihayetinde okula vardık. Benim lisemin kocaman bir spor salonu vardı. Vakt-i zamanında kıymetini bilememişim. Sadece badminton oynardım. Oturuyoruz tribünde bir yere. Kalabalık. Maç izleyeceğiz herhalde. Sonra salak ben ağlamaya başlıyorum. Diyorum ki kuzenime dönmeden "Buralarda böyle gezerdim, ne ara büyüdüm. Çok özledim ben bu zamanları," diyorum. Hani rüyalarda birden boyut değiştirip başka mekanlara atlarsınız ya solucan deliği filan olmadan. Birden ortamdan sıyrılıyorum. Yarı yosunlu, yarı temiz iğrenç bir havuzdayım. Ama yüzme isteğim kabarmış, atlıyorum suya. Temiz tarafında yüzüyorum. Ne güzel. Havuzun içi tuhaf. İçinden geçebileceğiniz boruları filan var. Aquapark bozması gibi. Ben de artislik yapıp bir iki tane borudan estetik bir şekilde geçiyorum. Tam bir tane daha borunun içinden geçmek üzereyim ki borunun suyun içinde değil üstünde olduğunu fark ediyorum. Kafamı dışarı çıkarıp aşağı bakıyorum, eğer vücudumu sallandırırsam iğrenç, pis, yosunlu suyun içine dalacağım. Bu düşünce midemi bulandırıyor. "Yosunlar saçlarıma bulaşacak. Boğazıma girecek." Sonra dar boruda kendimi geri ittirmeye çalışıyorum. Pis dünyaya doğmamak için ana rahmine dönmeye çalışan yeni-doğmayan gibi. Ama boru beni kabul etmiyor. Oradan geçebilmiş olmama rağmen ya kıçım iki saniyede çok genişlemiş, ya da boru daralmış, geçemiyorum. Sığmıyorum. Sesim de çıkmıyor. Malum, ciğerler daha açılmadı. Ben boruya girmeden önce etraf ergen kaynamaktayken şimdi bir kişi bile görmüyorum ortada. Sonra uyandım. Allah'a şükür kâbusmuş. 

Şimdi ben bu rüyadan ne anladım? Bunu niye anlattım? Bak arkadaşım ben memleketini ve evini çok seven biriyim. Ve evime en son Şubat ayında gittim. Otobüsle beş saat, özel araçla üç saatle gidilecek bir mesafe olmasına rağmen "Aman dur, şunu da halledeyim, öyle rahat rahat gideyim. Ay dur, şu sınav, ay dur bu büt, ay dur şu formasyon, ay dur şu arkadaşlar..." derken ben evimden, babamdan, memleketimdeki dostlarımdan ve en sevdiğim mekanlardan aylardır uzağım. Bu kimin suçu? Benim. Tatava yaptım hep. Kendi babam "Hadi gel artık, ne zaman geleceksin?" dedi. Anneannem bile " Gözümde tütüyonuz," dedi ama ben ayak yaptım. "Durun şu işler bitsin, gelcem." Hangi işler? Ne işi? İşler hiç biter mi? 


Ben anlamam rüya tabirinden. Ama bana göre bu artık ruhumun ve zihnimin işbirliği yaparak sinyal vermesiydi. "Evine dön artık," diyorlar. Borudan geçme işlemleri mesela. Bir yere vardığımı sanıyordum ama sonunda pis bir yere ulaştım. Hiçbir yer. Sıkıştım sonunda da. Eski arkadaşlarımı arıyor olmam mesela. Bu arada geçmişte de, şu an da çok arkadaşım yok. Hakiki olanlar var/dı sadece. Rüyada o kadar kalabalık görmem İstanbul'un kalabalığı ama bir boka yaramıyor olması gerçeğiydi bence. Arkadaşlarımı fellik fellik aramam da bir başka yardım çağrısı. Velhasıl âlim olmaya lüzum yok. Ben evimi özledim. Az kaldı diye kendimi teselli ediyorum. Arkadaşlarımı göreyim, akrabalarımı göreyim, kuzenlerimi göreyim istiyorum. Ergenliğimin geçtiği yerlerde dolaşmak istiyorum. Her sokak bir şey ifade ediyor. İlla ki her sokak değil tabii ama bildiğim sokaklar. 

Umarım daha fazla burada dünyalık başarılar için oyalanıp ailemi ve arkadaşlarımı yok saymaya devam etmem. Zira bu durumdan memnun değiliz. Şehrimin de beni özlediğini varsayıyorum. O da sever beni. Neticede doğduğum yer. Bana bugüne kadar hiç yamuk yapmadı ve ben bana yamuk yapmayana sonuna kadar saygı-sevgi gösteririm. İnsan ilişkilerinde de böyledir. 

Daha iyi rüyalar görmek dileğiyle. Mutlu günler.


25 Haziran 2015 Perşembe

Medeniyetin Beşiğinde Sallanan Suratsız Bebeler


İyi geceler. Kısa bir yazı olsun. Dün her zaman gittiğim küçük markete gidince yine her zaman yaşadığım bir olayı yaşadım. Kasada sırada beklerken beynim anksiyetemle boğuşuyordu. Aynen şöyle: "Kasiyer kibar olursa sen de ona kibar davran. Öküz olursa lüzum yok. Bazen çok gereksiz kibar oluyorsun." Ben bunları düşünürken önümdeki amca marketin kendisine ait kazandıran kartının içinde bonusu olduğunu iddia ediyor, kasiyer abla da "Yok amca içinde, bu alışveriş için yeterli değil," diyordu iştahsız bir suratla. Gözlerini de deviriyordu tabii. Amca gitti. Sıra bana geldi. Kızın pek kibar olmadığını sezdim ama yine de içimde kibarlık yapma gereği duyuyordum. Benim her zamanki salaklığım. Kibarlık ancak hak edene. Neyse. Hiçbir şey demedim. Genelde poker face takılmak somurtmaktan daha iyidir.  Nötrdüm kıza karşı. Aldığım ürünlerin yekûnunu söyledi. Şu an bir Amerikan filminde karakterlerden biri olsaydım ve bana dublaj yapılmış olsaydı size durumu şöyle anlatırdım: "Tanrı aşkına, işinden o kadar sıkılmış ki, neden bahsettiğini bile anlamıyorum." Evet, hakikaten de rakamı duymadım. Kız belki bana "Bir trilyon sekizyüzbinbilmemnefalanfilam" dedi ama ben sadece başımı salladım, kartımı uzattım. "Çok uzatma kadın. Al şu kartı çek de, bitsin şu zoraki sosyal durum." Aynen böyleydim. Poker face'e devam. Anksiyete yine devreye girdi. Dedi ki "Kız fişi verince 'İyi günler' derse teşekkür et." Salak. Kasaya gelince "Hoşgeldiniz" demeyen kasiyer giderken niye "Güle güle" desin? Neyse. Nitekim ablamızdan bir şey duymadım. Neredeyse devlet dairelerindeki o emekliliği gelmiş ve canından bezmiş memurlar gibi "Sıradakiii!" diye bağıracak. Ben de çıktım bir şey demeden.


İnsanlara adab-ı muaşereti zorla öğretemezsiniz. Bu ya içten gelen bir şeydir, ya da ailenizin size çok küçükken aşıladığı köklü değerlere dayanır. Mesela benim ailem çocukken bana sıyrık olmayı, her şeyi kafaya takmayı aşılamış. "Bir misafir gelir, üstün başın derli toplu olsun." "Devamlı soru sorulmaz öyle." "Sus bakim." Eh biraz latife ediyorum ama genel olarak evhamlı biriyim, bunun da ailemden geldiğini düşünüyorum. İçten gelmesi demiştik. "İnsanın içinde olcak abi ya!" Bilmiyorum. Sanırım insanların içinde artık başka bir şey var. Kripton? Belki bir metropolde yaşıyor olmanın verdiği bir handikaptır bu. Tüküreyim böyle handikapa. Benim memleketimde hâlâ iyi insanlar var. İnsanlar birbirine teşekkür ediyor. Şu İstanbul'da en basitinden bir çiğköfteciye girdiğin zaman adam sana marulun içine bir adet çiköfte koyup ikram ediyor. Aynı nezaket marketteki kasiyerde yok. İnsanların hayatı ya çok sıkıcı, ya da işlerinden memnun değiller, ya da ailelerini beğenmiyorlar, ya da evlendikleri insanları sevmiyorlar, ya da hastalar, ya da ya da yabadabadu. Böyle gider. Yine de her şey üst üste gelse de kaba bir insan olmak haklı bir eylem midir? Hayır. Diplomaside veya siyasette karşıt görüşlü insanların bir araya gelince can ciğer kuzu sarması olduklarına bakmayın. Ayrı düştüklerinde birbirlerine attıkları çamurları biliyorsunuz. Eh memlekette her şey mesnetsiz ideolojilerle şekillendiği için toplum da kendince siyaset yapmaya ve her daim bir siyasetçi gibi "mücadeleci" olmaya kalkıştı. Aferin tosunuma. Devam. Bu kafayla biz daha ne işler yaparız? Ohoo.

Bu kültürsüzlük, kendi "türdeş"ini yok sayma eylemi kırsala da indi mi o zaman boku yediğimiz gündür. Köylü insanı öyle aşağılamayın. Belki "Çayınıza kaç şeker alırdınız, Üstadım?" demiyor olabilirler ama şu büyük şehirlerde yaşayanlardan çok daha edep adab bildikleri kesin. 

Terbiyesiz olmamak lazım. Öküz olmamak lazım. Belki benim yaptığım poker face olayı yanlıştı. Belki ben her şeye rağmen o kıza teşekkür etmeliydim ama kendimce eylem yaptım. Arkamdan somurtup "Bir teşekkür eder insan be!" diye iç geçirmesini istedim. Yine de öyle bir şey beklememek lazım çoğu kişiden. Ben de kendimce ona gıcıklık yaptım. Ne var yani? Belki de insanlar, hizmet sektöründe çalışanlara hizmetlerinden ötürü teşekkür etmedikleri için çalışanlar bu denli suratsız oluyor. Onlar suratsız olunca, hizmet alanlar da bu denli tepkisiz olup teşekkür etmiyor. Kısır döngü. Hadi geçmiş olsun. İyi geceler.

https://m.youtube.com/watch?v=JzvO-SdZVK8

22 Haziran 2015 Pazartesi

Aile Dediğin Olası Binlerce Sperm ve Bir Yumurtadan Mı İbaret?

İygeceler. Ergen isyanı kasmaya gelmedim. Başlığa aldanmayın. Ama içimi dökmeden de gitmem. Bura ne için var zaten? Kişilerle bir problemim yok. Esasen var da gelip burada x kişisi bana yamuk yaptı, hep beraber dalalım demek kaypaklık olur. Bunu yapmam. Amaç kutsal olarak addedilen bir mefhumun esasen nasıl yıkık temellere oturabilmiş olacağını göstermek.



Kimsenin ailesi mükemmel değil. Aileyi küçük bir toplum olarak ele alırsak hiçbir mezra, köy, bucak, kaza, ilçe, il, bölge, ülke, gezegen, galaksi, evren, paralel evren mükemmel değil. O zaman kendinizi bi bok sanmaktan vazgeçin. Neyse. Bugün, bu aile konusunu açık, mert ve korkusuzca tartışmaktan çekinmeyen bir arkadaşımla tartıştım ve ortak paydalarda da buluştuk. Ne demişiz mesela? Aile her ne kadar "ahlak" olgusunu ideal olarak kurmaya çalışan birçok dinin ve etik öğretinin temelinde yer alsa da biz bundan bahsetmeyeceğiz. Efendim işimiz değil zira. Onu teologlara ve etik bilimcilere bırakalım. Ben burada kıytırıktan aforizma kasıcam. İsteyen bestseller kişisel gelişim kitapları okumaya da devam eder. Hiç yoktan iyidir. Acaba? Neyse. Ne diyordum? Şimdi bu aile mefhumunu çok garıştırdılar. Aile kutsal dendi vs. Ülen bak tamam Allah var, kendi ailem de eh fena değildir, mükemmel değiller, olamazlar zaten, gerek de yok da, yani şimdi Allaşkına çocukla iletişim kurmayan adamın nesi kutsal kardeşim?

Sizin zaten saçma cinsiyet rollerinize tükürem. Ya sen niye kızın, oğluna haklı bir eleştiride bulunurken oğlunun tarafını alırsın be kadın? Ne yaptı bu oğlan sana kendini bu kadar sevdirecek? Veya bu kız ne yaptı sana kendinden bu kadar tiksindirtecek? Anlamıyorum. Her zaman derim. Türk kültürü çökmüştür. Bir daha da toparlanmaz. Muhafazakâr olduğunu zanneden müslüman ve zengin abiler ben muhafazakârım diye dolaşmasın ortalıkta. Zaten muhafazârlık demek kültür öğesini tutup bırakmamak demek. Her şeyin içi boşalmış tabii, dindar anlamına gelen mütedeyyin olmuş size muhafazakâr. Sosyoloji bunlar diyorum işte hep. Neyse bu kısmı beni bağlamaz.

Beni bağlayan kısım: ben aile içinde böyle lüzumsuz şeylere gelemem. Dilim de öyle pek sivri değil diyemem. Adamı hasta etmeyin. Böyle ailelerin kutsallığından bahsedemeyiz. Kendimizi kandırmayalım. Yine komplo teorisyeni gibi konuşmak istemiyorum da, evlerde neler yaşanıyor sizin haberiniz var mı? Ne dolaplar dönüyor aile içinde? Yaşamadım, duydum. Duymakla kalmadım okudum, bazen de başkasının ailesinden gördüm. Kendi çapımda da kendi ailem içinde zorluklar yaşandı. İlle yaşamak gerekmez. Kodunda empati diye bi şey var.  Bırak şimdi "Yaşamayan bilemez," klişesini. O kadar görsel medya var. Her şey hakkında az buçuk bilgi edinilebilir.

Neyse. Ya mesela Rousseau insanın doğuştan iyi olduğunu öne sürüyor. Ah canım. 18. yüzyılda yaşayaydım benim için de hayat toz pembe olurdu. Bak şimdi. İnsan çok garip bir varlık. İnsanı bir akrobat gibi düşün. İpin üzerindesin devamlı. Bir kere ipten düştün mü Darth Sidious'ın tarafa kaydın demektir. Yani diyorum ki her insanın aklından manyakça şeyler geçer. Daha bugün ben Fatih Camii'n orada yavru kedi severken kediyi avuçlarımla sıktığımı canlandırdım zihnimde. Ama bunu yaptım mı? Hayır. Sakin. Kediyi sevdim, oynadık, şahitlerim var. Rahat ol. İşte bu da Freudyen teori. Yani kötüyle iyi her zaman çatışır. Sen uzlaştırmaya bakarsın. Girmeyeceğim şimdi id-ego-süper ego kavramlarına. Kamon yani. Lise üç bilgisi. Akrobatı unutma bak.

Aile içinde de kedi örneğini verebiliriz. Seviyorsun, ki bu bence tartışılır. Sevmek zorunda değilim. Yıldızım barışmıyor olabilir. Neyse. Zihninden zarar vermek geçer. Ergenken "Kimse beni sevmiyo ehöhöhöh" diye ağlayarak evden dışarı çıkarsın, parka kadar gider geri gelirsin. Büyüyünce seni adam yerine koyan olmaz, "Eh demek ki bu da böyleymiş, kabullencez" der geçersin. Ama sen normal bir insansın yavrum işte. Aferin. Haline şükret. Ya bir de normal olmayan adamlar var. Zihnindeki suikast planını bir cinnet halinde uygulamaya geçiren adamlar var. Baskıyı düşünebiliyor musun? Kriminoloji. Kim bilir nasıl aile hayatları var da, işler taa bu noktalara geliyor. Aile kutsal olmak zorunda değil ancak ailenin her şeyin başlangıcı olduğunu inkar etmek sersemlik olur. Eğitim. Bir toplumun üç sacayağı varsa, o üç sacayağı da eğitim olmalı. Hoş, bizim memlekette nereye hangi hükümet gelse eğitimi takan olmuyor. Her bok ideoloji olmuş. Neyse siyaset sizin olsun. Eğitim bizim. Eh, eğitim ailede olmayınca okullarda tip tip öğrenciler türüyor. Bu tip tip öğrenciler sıradan vatandaş oluyor, artık üniversite filan Allah ne verdiyse. Sonra bir bakıyorsun sokak potansiyel psiko dolmuş. Hiiiiç öyle milleti kınamayın, hepimiz öyleyiz. Karambole çocuk yetiştirmekle olmuyor bu işler. Bakamayacaksanız doğurmayın, yapmayın kardeşim. Bu millete parlak gençler lazım. "Ülen manitam bana ruj sürmeyi de öğrendiee" diyen tipler değil. Böyle gençlik yetiştiren ailelere de "Beceremediniz, bırakın" demek lazım. Türkiye'nin zırt pırt "dinamik nüfus hedehödö" diyerek göğsünü kabartmasını anlamıyorum. Sanırsın gençlik zaman makinesi buldu da, geçmişe gidip o Sırp milliyetçi arkadaşın Avusturya-Macaristan veliahtını öldürmesini engelledi. Ya sabır. (Atom parçalama örneği klasik.)

Ah, bazen yanımdan, sağımdan, solumdan aileler geçiyor. Yanlarında da küçük çocukları. Çocuk, yaşının gereği bir şeyler istiyor anneden, babadan. Bunlar da çocuğa olanca güçleriyle bağırıyor. Ama hem kendileri rezil oluyor, hem de çocuk. İşte o zaman kendime bir tokat atıp içimden "Allah'ım böyle ebeveyn olacaksam bana nasip etme" diyorum. Evet, iddialı. Ama çocuk yetiştirmek öyle karambole gidecek bir şey değil. Tavşan gibi üremek bir nüfus planlaması olarak görülebilir mi? Nasıl işmiş o? Kendinize gelin gençler. Tamam, herkes mutlu olsun, işine gücüne baksın eyvallah ama çocuk deyince Allah rızası için bir düşünün. Ben de o göt var mı diye. Yoksa yapmayın. Milletin başını yakmayın. Tüm topluma mâl oluyor. Sonra benim gibi psikopatlar kafaya takıyor. 

Siz yine de ailenizle iyi geçinin. Yıldızlar barışmasa da iyi geçinmeye çalışın. Çok da abartmayın. Herkese hak ettiği değeri verin. Âsiliğin de lüzumu yok. İtidalli olmak lazım.

İyi geceler.

17 Haziran 2015 Çarşamba

Mezun Kişinin Arafı

İygeceler. Uzun zaman oldu. Başladım yine dikiş tutturmamazlığa. Ne yapayım, son birkaç gün heyecanlıydı biraz. Mezuniyet töreni vardı da. Kep filan attım. Öyle mezun filan olmadım daha dur. Kendimi bir şey sanarken durduk yere kendime iki tane büt çıkattırdım. Birini tahmin edersin. Almanca. Öbüründen niye kaldım? Sınav günü sınavın olduğunu unuttuğum için. Thug life. Deal with it. Swag. Yaa. İşte öyle artislik yaparken taklaya geldik. Neyse. Geçeriz herhalde. Baskı altında hissediyorum kendimi. Bir yandan girmem gereken bir kpss var, öte yandan bu kıçı kırık derslerin bütünlemesi. Eh, hoca dediğin senin geçim derdine, geleceğine bakmıyor. Mezun edivereyim şu garibi demiyor. Öbür dersin hocasına laf yok şimdi. O benim salaklığım. Neyse, dersten bahsedip yaz günü kimsenin içini baymak istemem. Kafalar dolu yeterince zaten.

Dört yıl boyunca iki arkadaş edinmişim. Az di mi? Yetti. Ayrılmak üzdü. Ağlamadım. Ağlayan yımışaklar oldu. Ben ağlamadım. Arkadaşlarım da ağlamadı. "Bu bir veda değil" dedim. Evet, bundan sonra hacı hocayı Mekke'de; deyus dürzüyü Dakka'da bulacak ama teknolojiden faydalanmak lazım. Her ne kadar yapay olsa da. Ayrılmamış gibi hissediyoruz hâlâ. O yüzden gözümden yaş getiremedim o akşam. Zaten ağlamayı çok sevmem. Çirkin oluyorum. Genel itibariyle yüzümdeki ifadeyi sevmem. Ağlayınca daha kötü oluyor. O yüzden ağlamamaya çalışırım. Görmesin elin insanı, bana ne.

Dört yıl boyunca sabah kalkıyorsun, "Gene mi okul?" diye söylene söylene gidiyorsun. Her gün gördüğün insanları görmeye, her gün aynı muhabbetleri yapmaya gittiğin arkadaşlarını görmeye gidiyorsun. Hatta bazen bu dört yıl içinde "Doğru insanlarla mı arkadaşım?" diye arkadaşlık ilişkilerini sorguluyorsun. "Ben esasen tek tabancayım. Hep böyleydim, böyle de kalacak. Kusursuz dost arayan dostsuz kalır, demişler. Bize ne efendim" bile diyorsun. Ama sonra bir gün kalkıyorsun "Bu sabah arkadaşlarımı göremeyeceğim. Sıraya oturup deftere göz, burun çizemeyeceğim. Tuğçe'nin saçıyla oynayamayacağım, Dilâra'dan british accent dinleyemeyeceğim" diyorsun. İşte o zaman yüzüm buruşuyor. Sanki boğazımın aşağı kısmını buruyorlar böyle. Sonra tam gırtlağımda garip bir ağrı hissediyorum. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlıyorum. İnsanın bir şeyleri yaşarken neden her defa vefasızlığa düştüğüne hayret ediyorum. Kıymet bilmemezliğe hayret ediyorum. Ama ağlayamam. Çünkü arkadaşlıklarımın ve daha önemlisi anılarımın öldüğüne inanmam. Belki seneye çok farklı yerlerde olacağım. Bu düşünce beni inanılmaz ürkütüyor. Bu bunaldığım şehirden hiçbir yere kıpırdamak istemiyorum. Kendi aralarında Amerikan Futbolu oynayıp bir de kendilerine Geller Cup yapan Ross ve Monica gibi kupayı karşı tarafa kaptırmamak istiyorum son dakika. Halbuki burada karşı taraf da yok. Anılarımı bırakmak istemiyorum. O kıytırık Bisikletçiler Çarşısı dahi benim için çok şey ifade eder oldu şu üç gün içinde. Gidemeyecekmişim gibi hissediyorum. Ama gitmek zorundayım. İnsanlar giderler. Hep böyledir. Gelirler, gitmeye gelirler, gitmek için gelirler. Hayatın döngüsü böyledir. Basit bir insan bile bunu bilir. Ben de gideceğim. Daha çok kez çok yere gideceğim. İnsan ayrılmak istemese de şartlar rahat bırakmıyor. Seni pamuklara sarsalar, sonra da kurşun geçirmez camlardan sarayların içinde tutsalar, sen yine veda etmek zorunda kalırsın. Kaçış yoktur ayrılıklardan. 




Bu noktada ben sadece ruhsal sağlığımı ayakta tutmaya çalışıyorum. Anılara veya geçmişe takılı kalmanın iyi bir şey olmadığının farkındayım. Nitekim insan zamanla x'e verdiği değeri azaltır, unutur, takmaz. Ama zamanın geçmesi için de zaman lazım. Boktan bir paradoks. Ama öyle. Büyüdüğümü, hatta yaşlandığımı ve büyük sorumluluklar almaya başladığımı hissediyorum. Değişiyorum. Gregor Samsa'dan halliceyim. Bu zamana kadar "Ne kadar büyüdük, hayat nasıl da değişti" deyişlerimiz hikayeymiş meğer. Hani Anadolu'da askerden gelen gence "Asıl askerlik şimdi başlıyo" denir ya, evet, askere gitmeyeceğim ama o şeye yakın bir his yaşıyorum sanki. Öğrencilik abartıldığı gibi bir şey değilmiş. Şu an araftayım. Ne işim var, ne de bütlerine gireceğim sınavları dışında bir okulum. Açıkçası ne halt yiyeceğimi bilmiyorum ve korkuyorum. İşin macera kısmını bir yana atarsak karşımda ürkütücü bir tablo var. İşlerimiz rast gitse bari.

İyi geceler. Dileyenlere hayırlı Ramazanlar.

10 Haziran 2015 Çarşamba

Hesaplar Tutmaz

Kafalar bozuk. Takmıyorum dediğim sınavdan büte kaldım gider ayak. Okul bana son dakka golü attı. Bir bu eksikti. Yahu şurada KPSS'ye kalmış yirmi küsür gün, ne diye geleceğimle oynarsın be kadın? Ben senin gibi oturup öğrencilerini takmayıp üniversitede okutmanlık yapmayıp en aşağı üç bin lirayı cebe indirmiyorum ki. Ah be kadın, anlamadın sen öğrencilerini. Çünkü sen kendini öğretmen olarak göremedin. Sevmedin bu işi. Öğrettiğin dili sevdin belki ama öğretmeyi sevmedin. Bu yüzden öğrencilerini sevmedin. E her şey karşılıklı. Onlar da seni sevmedi. Derse gelmediler. Yok bi de geleylerdi. Sen de son dakika öcünü almak istedin. Haklısın be hoca. Hakkın var be hoca. Müstehak bu öğrenci milletine. Kaynar kazana atmalı topunu.

Açıkçası problem değil. Okul bir dersten bir sene uzarsa bir iki gün ağlar zırlarım, sonra hayat devam eder. Zaten bu bok yüzünden KPSS'ye de hazırlanamadım. Eh atanmam da pek mümkün değil o halde. Şans eseri atanırım belki. Olmazsa bi sene ense yaparız. Bunun için burada değil miyiz zaten eheh? Bas bas bağırmadık mı burada "Toplum çalış diyür, ben karşı çıkacam" diye. Tabii o öyle olmuyor da, yani el mahkûm olunca sıkıntı değil aylaklık. Yaparız. Seve seve. Zaten en son ne zaman tatil yaptığımı hatırlamıyorum. En son ne zaman gözlerimi kapayıp çam ağaçlarının hışırtısı ve serçelerin cikciklerini ve yandan akan derenin şırıltısını dinledim hatırlamıyorum. Son iki senedir hayatımda bir telaş var. Okulun kabahati. İlk iki sene yatırdılar bizi. Hiçbir şey yapmadık. Üçüncü sınıfta bir staj belası verdiler başımıza ki sorma. O gün bugündür dinlenmek bilmedik. Dördüncü sınıfta her Allah'ın günü ödev yaptık ortaokul öğrencisi gibi. Yaşlandırdılar bizi. 

Yaşlandığımı hissediyorum. Her ne kadar eskisinden daha sağlıklı olmaya özen göstersem de değiştiğimi hissediyorum. Ve bu hiç iyi değil. Çünkü bir yere ilerlemiyorum. Madem toplum benden para kazanmamı ve harcamamı bekliyor, o halde neden öğrencilikten yıllarca kurtulamıyorum? Her tarafta üniversite açıp işsizlik oranını aşağı çekmek kolay da üniversiteye mahkûm olmak diye bir şey var. 2005 ve onu takip eden dönemlerde bu üniversite çok önemli bir boktu. Aaa öyle deme. Hayatın 3 saat 15 dakikaya falan bağlıydı. Abimden biliyorum. Adam üç sene üst üste kazanamamıştı ve depresyona filan girmişti. Eee şimdi mezun oldu, biz de oluyoruz. Ne geçti elimize? Çok da mühim bir şey değil üniversite okumak, kimse kusura bakmasın. Kabul edelim, biz hata yaptık. Arkadaşlıklar, yaşanmışlıklar bir yana, elde ettiğiniz akademik "başarı" hiçbir şey ve psikolojide "kendini başarma" olarak adlandırılan eylemi gerçekleştirmeye yetmiyor. Ben demiyorum ki "Babanı dinleyip sanayide çalışacaktın". Üniversite okuyan kişinin entelektüel hayatı olmalı diyorum ama salata beyinli bir gençlik yetişiyor efendim. O izledikleri programlar, hele o konuşmalar...

Bak bugün ne oldu sana anlatayım: Hani yoğun günler olur. Bir sürü iş becermek için dışarı çıkarsın, heveslisindir ama hiçbirini yapamadan dönersin ya eve, işte öyle bir gündü. Staj için imzalatmam gereken belgeler vardı, okulda hocayı bulamadım. Haydaa, dön geri ev tarafına. Eh, mezuniyette giyeceğim jilenin altına gömlek aramaya başladım, bulamadım. Haydaa, dön eve. Efendim işte dönerken önümden çok afedersiniz ergen sürüsü geçti. Dört kız, iki erkekten oluşan bir besin zinciri eheheh. Neyse. Bunlar tabii yaşın verdiği özgüvenle bağıra bağıra ve biraz da küfrederek de sohbet ede ede geçtiler önümden. Kısa boylu, tıknaz, bu havada bot giymiş erkek kardeşimiz yanındaki alımlı kızımıza lan'lu, lun'lu konuşuyordu. Ama öyle böyle değil. Her iki kelimeden biri lan, öbürü lun. Kız da hiçbir şey demedi. Gülüyor. Gayet memnun. Halbuki kız tam bir kız. Saçları belinde filan. Düşündüm. Dedim ki, bu kız üniversiteye gelince muhtemelen kadın haklarının koruyucusu, yılmaz bekçisi olacak, eylemlere katılacak, çok şey bilecek ama şimdi kendisine lakayt bir şekilde lan diye hitap eden bu kazmaya karşı sırıtmayı tercih ediyor çünkü o 15 yaşında ve çeşitli çevrelere girmek zorunda ki daha fazla insan görsün, tanısın. 

Ya, işte böyle. Merak etme. Biraz "Ne diyor bu?" tarzı bir yazı oldu bu. E yani, amacım bu. Çoğu insanın takmadığı şeyleri takıyorum sanırım. Dışarda her an kulaklıkla gezmek mümkün olmuyor ve insanların konuşmalarına maruz kalıyorsunuz. Umarım öğretmen olmayı başarırım da öğrencilerime "Size lan diyene kafa göz girişmemezlik de edin ama herkes de haddini bilsin" felsefesini öğretebilirim. Bkz: how not to kick an ass of someone who just called you "lan"

İyi geceler. Bunu da buraya bırakıyorum: https://youtu.be/u9a8HwoMEGY

7 Haziran 2015 Pazar

Dizilerdeki Aşkların Gerçek Olduğunu Düşünsene, Fıttırırsın

Yakşamlar. Benden seçimle ilgili bir şey yazmamı bekliyorsan at kendini blogtan. Gerçi okuyan olmadığı için problem değil ama bak bir gün buralar değerlenirse diye söylüyorum: Siyasetle ilgilenmem.

Neyse. Ne diyeceğim? Yaz gelince ortaya kısa soluklu yaz dizilerinin fırtlaması sence de sinir bozucu değil mi? Hepsi de aynı düzeyde. Bir arkadaş ekibi olur, bunlar genelde sahil şehri/kasabasında yaşar, sonra İstanbul'a gelirler. Oradan devam eder dizi. Bok var İstanbul'da. Gel gel, bi sen eksiktin. Bir de dizilerde devamlı güzel kızların olması ne olacak? Ya da yakışıklı abilerin? Normal insanların aşk yaşamaya hakkı yok mu? Hayır yani o dizilerdeki gibi aşk yaşanacaksa yaşanmasın zaten de çocuklar özeniyor efendim, tutamıyoruz sonra.

Zamanında Jane Austen, Brontë Kardeşler kadınlara romantizm morfinini enjekte ediyordu hikayeleriyle. Onlarınki hiç değilse şimdi klasik. Şimdi sana romantizm enjekte eden diziler bir elli sene sonra kült dizi olarak adlandırılmayacak ve bunu biliyorsun. Bu romantizm olayını çok garıştırdılar. Ben burada Austen'ı vs de suçlarım. İnsanlarda beklentiler yükseldi. Hele de afedersiniz sığ kadınlarımız gereksiz imkansız aşklar arayışı içine girdi. Hepsi kendince bir Mr. Darcy arıyor. Yahu tamam "Mr. Darcy is da man" kardeşim de, sen bir Elizabeth Bennet değilsin yani. Ne entelektüel altyapın var? O kız köy kızı olarak doğmuş olmasına rağmen deli gibi kitap okuyordu. Mr. Darcy-vari bir abi gelecek de seni beğenecek. Burada iğneyi erkişilere de batıralım da seksizmle suçlanmayalım. Erkekler de Tuğba Büyüküstünler bekliyor. Ne diyeyim yani daha fazla? Biliyorsun işte ne beklediklerini.

Şimdiki dizilerde entelektüellik aramayın. Mesela, izlemesem de popüler olduğu için, Medcezir'den örnek vereyim: Yaman Koper'in ne entelektüelliği var şimdi? Ya da Mira denen hanım kızımızın? Bırakın bu işleri. Zengin olmakla veya kuul giyinmekle kaliteli olunmuyor. Medya sana böyle gösteriyor. Bak bunlar çok havalı, isyankar. E ama düşünce? He düşünce yok. Bunlar mal. 

Bana "gomplocu" diyebilirsin ama ben medyadaki hiçbir şeyin masum olduğuna inanmam. Bir ara Pazarlama ya da Reklamcılık sektöründe yüksek lisans yapmayı düşünüyordum sonra dedim ki "Yok kızım, milleti kandırıp da ne yapıcan?" Üzerinize alınmayın. İlla ki bu işi hakkıyla yapan yaratıcı, gerçekçi kişiler vardır ama çocukluğumdan beri reklam izleyen ve kendince eleştiren bir tip olarak reklamların pek de iyi ve adil bir pazarlama stratejisi izlediğini düşünmüyorum. Hele o banka reklamları yok mu? Neyse. Zaten ikinci sınıfta Kitle İletişim Araçları dersi almıştım, kör cahil de sanma beni bu konuda, heheh. Ne diyordum? İnsanların beklentileri yükseltiliyor aşk konusunda. Aşkı düşün de başka bir bok yapama diye. Senden atomu parçalamanı beklemiyor kimse ama düşünme diye işte. Düşünen adam tehdittir çünkü devlete veya devlet üstü şeylere. Yaa, di mi, yıllarca Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ndeki Düşünen Adam heykeliyle dalga geçtin. O adam senden akıllı, akıllım, sen ne diyorsun? 

Aşk ince bir mevzu. Yok ya? Yani gri bölge. Çok aforizma kasılabilir. Zaten birçok sanat dalında da aşk malzeme olarak iyi satıyor. Bugünkü yaygın televizyon kültürüne sanat dersen tabii. Herkes aşk üzerine bir şey söyleyebilir. "Ben aşka inanmıyorum, ben aşkı hiç sevmiyorum, aşk bence çok kötü bir şey," diyen biri bile bu görüşünü gerekçelendirerek insanların ilgisini çekebilir, ki amcamız gerekçeye de ihtiyaç duymadan gençlerin gönlünde taht kurmuştur. 

Neden kimse aşkın gerçek yüzünü göstermiyor dizilerde? Filmlerde bunu yapan büyük üstadlar var tabii. Türk sinemasında da eski filmlerde vardır muhtemelen. Yeni filmler de gerçekçi olmak için fazla kasıyor ahah. Kimse aşktaki dilemmadan bahsetmiyor mesela. Bir süre sonra her şey bir düzene girince insanın çıldıracak gibi olması gerçeğinden kimse bahsetmiyor. Ah yavrucum, hayat öyle pempe değil. Her şey bir denge meselesi. O dizilerdeki gibi dikkatsiz, umursamaz davrandığın an ayağın kayıverir. Anksiyete bozukluğu olan biri olarak annelerin çocuklarını devamlı histerik bir şekilde bir şey hakkında uyarmalarını doğru buluyorum. Dışarısı ne kadar sakat, haberin var mı senin? Ne dünyalar dönüyor dışarda sen biliyor musun? Korkmaya da lüzum yok. Korkarak da yaşanmaz. Ben sadece insanların bu delüzyona kapılmalarına üzülüyorum. Mal bir nesil yetişti, yetişmekte, yetişecek. 

Şu televizyon ne kadar önemli sizin için. Son iki senedir televizyon izlemiyorum. Dizi takip etmiyorum. Arada gülmek için izdivaç programlarına bakıyorum, sonra yine ister istemez toplumsal analiz yapıp küfredip kapatıyorum. Yapacak bir şey yok. Yaygın olan geneldir, genel olan boktandır.

Haber de izlemiyorum. Her şeyin politize olduğu bu memlekette bir de benim siyaset yapmam hiçbir işe yaramaz. Sanırım benim apolitik olmaya hakkım var. Maaşallah hepiniz başımıza Noam Chomsky kesildiniz ya, bana lüzum yok. Çok da memnunum. Siyasetten Allah'a sığınırım. Bana ne, ne dönerse dönsün. Kavga edin durun. 

Bu biraz iddialı bir ifade ama bana göre savunma mekanizması. Ben genelde çokluğu sevmem. Çokluk olan yerde papaz çıkar. İnsanoğlu kalabalıkta sapıtır. Ben çocukken de kavgadan filan kaçardım. Midem bulanırdı. Stanley Kubrick babanın A Clockwork Orange'ını izlediniz mi bilmem ama orada şiddeti "izleme"nin normal bir insan üzerinde mide bulantısı oluşturma etkisinin olduğu vurgulanıyordu. Orada neden bahsedildiğini çok iyi anlamıştım o zaman. Bak burada baş karakterimiz Alex üzerinde psikolojik bir deney yapılıyor. Gözlerini zorla açtırıp şiddet içerikli videolar izletiliyor:


(Bi ara izle bi zahmet.) Tabii insan alıştıkça tınmamaya başlıyor mide bulantısını. Yoksa işkence yapan adam devamlı kusar heheh. Ben dayanamıyorum vallahi. Üç gün anemim var diye üç ünite kan aldım, koluma vurdukları her iğne kâbus gibiydi benim için. Kan, şiddet bunlar ancak Quentin Tarantino filmlerinde tahammül edilebilecek şeyler. Canlı canlı ağız dalaşı bile izleyemem ben. 

Peki biz bugün Alex'le neden benzerlikler taşıyoruz? Kimse bizi bağlayıp "Gel üzerinde deneysel psikuluji yapacam," demiyor ama sen sanki bir nevi bağlısın o sevdiğin şeylere. Şiddet içerikli olup olmaması şart değil. Aşk içerikli olanların sende delüzyona sebep olduğunu konuştuk zaten. Neden şiddete verilecek normal insan tepkisini bu saçma dizilere de vermiyorsun? Niye kusmuyorsun bu beceriksiz aşk dizilerini izlerken yavrum? Hiç mi seçiciliğin kalmadı? Nerede kalite?

Ne diyorum ben ya? Nereden nereye geldim yine? Lüzumsuz ben.

İyi akşamlar.

5 Haziran 2015 Cuma

Kırkikindi Yağmurları

Alakasız başlık atıp okuyucuyu avlayan gazeteler gibi hissediyorum bugün. Kırkikindi yağmurlarıyla ilgili bir şey söylemeyeceğim. Halbuki çocukluğumun geçtiği yerde, memleketimde olsaydım şimdi kırkikindi yağmurlarından bahsediyor olurdum. İlkokuldan arkadaşlarla beraber eve dönerken yaz başında hep yağmur yağardı. Biz de severdik tabii yağmurda dolanmayı. Çünkü kızız, romantizm default olarak yüklenmiş bir kere ruhumuza. Yağmur demek yağmurda dolaşmaktı. Donuna kadar ıslansan da. Sonra bir de kendimize "sığınak" bula bula giderdik eve. Macera filmindeymişiz gibi büyük bir ciddiyetle ilerlerdik. Zengin mahallesinin zengin olmayan apartman çocuklarıydık. Hepimiz de aynı apartmandaydık. O zamanlar başka arkadaş bilmezdik. Sanki dünyada bizimkinden başka bir arkadaş ekibi var olamazdı. Başka birine daha ihtiyacımız yoktu.

Zengin mahallesi dedim. Okuldan dönerken villaların yanından geçerken ıslanmaktan kaçıp kulübelerine sokulan köpekleri izlerdik. "Köpek bizden şanslı," derdik. Islanmazdı köpek. Garantiye almış sahibi köpeğin kıçını. Bizim şemsiyemiz olmazdı. O kadar fakir değildik. Şemsiye almayı tercih etmezdik. Kırkikindi yağmurlarıydı bu. Telaşa mahal yoktu. Bize zarar vermezdi. Eve varınca annelerimiz hemen üstümüzü değiştirmemizi söylerdi, hatta "Hiii, sırılsıklam olmuşun, hemen değiştir üstünü!" diye uyarırdı. Mavi önlüğün altına giydiğimiz beyaz külotlu çorap muhtemelen yarın sabah giyilemeyecek halde olurdu çünkü ayakkabılar malum. Kırkikindi yağmurları o kadar da masum değildi, ayakkabılara acımayabilirdi. Şanslıysan bir çift daha beyaz külotlu çorabın vardı. Hmm, dur bakim. Aa onun da baş parmak yeri delinmiş. Ya yarın arkadaşın öğle yemeği için evin e davet ederse? Bir şey olmaz. Bir çift kısa çorap giy üstüne, tamamdır. 

İşte böyleydi. Bazen de üşümeyesin diye eve girdiğin gibi sıcak bir duş alırdın, evde banyo günü (Pazar) olmasa bile. Bugün de İstanbul'da yağmur yağdı. Kısa süreliydi. Yine de kırkikindi yağmuru değildi. Yine, yine de yağmur her şehri güzelleştiriyor. Yağmur, şehirlerin makyajı sanki. Yağmur yağmayan bir yerde yaşayabilir miyim bilmiyorum. Belki sana tuhaf gelebilir ama güneş midemi bulandırıyor, beni endişelendiriyor. Uzun bir süre evde kalmışsam ve cam açma ihtiyacı duymuşsam dışarda güneş varsa, yerler sarı sarı parlıyorsa, cisimlerin gölgeleri rahatlıkla seçilebiliyorsa midem bulanıyor. Güneş bana karşı tehditkâr. Sevmiyorum işte. Belki İngiltere'ye taşınırım. Kanada da olur. Norveç de. Rize de uyar. Sorun yok. 

Güneşi sevemem çünkü sıcaktan hazzetmiyorum. Hem ayrıca bir deodorant almak çok mu zor yahu? Yazın toplu taşıma araçlarına binen bin pişman. Neyse, bu konu kesinlikle böyle devam etmemeliydi ama bu da eleştirilmesi gereken bir nokta. Çok zor değil gençler, bir deodorant alın. 

Bugün okul filan yoktu. YÖK abi sınavları son dakika golüyle erteledi ya hani. Ben de bugün evde hiçbir şey yapmama eylemini gerçekleştiriyorum. Oh. Yağmur da yağdı. Camdan da baktım. Ne yazık ki bu kez yağmur esnasında Debussy dinlemedim. Çünkü bu sefer dışardan yağmur sesi gelirken yattım. Yapın, çok güzel. Hiçbir şeyi takmamak çok güzel. Zaten hayat bir şeyleri kafaya takmakla geçiyor. Beş-on saniye de takmayıverin. Mesela derslerden alamadığınız yüksek puanları takmayın, size "kanka" diyen kızın aylardır arayıp sormamasını takmayın. Eziyet etmeyin kendinize. Şalteri indirin ara ara. Enayilik etmeyin. Günlük hayat zaten yeterince yorucu. Minik şeylerden memnun olun. Yağmur sesi dinleyin, yokuştan aşağı akan yağmur sularının araba lastiklerine çarpıp deremsi bir görünüm oluşturmasını izleyin, kendi ayaklarınıza masaj yapın. Ne bileyim, her şeyi başka insanlar sizin için yapacak diye beklemeyin. Hayat mutsuz olmayı öğretmiyor. Sen salaklık seviyene göre "Bizim de kaderimiz böyle" diye diye saçma seçimler yapıp arabeske bağlıyorsun, bir de bol dram yüklü dizileri izliyorsun. Salak mısın arkadaşım? Demek ki sana mutsuz olmayı hayat değil baskın olan düşünce öğretiyor. Bir de "Özgürüm" diyebiliyorsun öyle mi? 

İyi günler.

4 Haziran 2015 Perşembe

Kopyaya Yeltenen Beceriksizin İmtihanla İmtihanı

İygünler. Bugün çaresizlikten planlayıp şans eseri ifa edemediğim bir şebeklikten bahsetmek istiyorum. Buradan her ne kadar "Şöyle insan iyidir, böyle insan iyidir" şeklinde ahkam kessem de ben şöyle veya böyle bir insan değilim. Olmaya çalışıyorum. Normal biriyim ve bugünkü Almanca sınavım için aklımda kopya çekmek vardı. Evet.


Şu görselde gördüğün şeyi hazırladım. Zekice değil mi? Bir saniye. Beni yargılamadan evvel bu dersin finalinde beni kopya çekmeye iten faktörlerden bahsedeyim, sonra beraber yargılarız beni. Öncelikle kopyayı çekemedim, gevşe idealist öğrenci arkadaşım. Dediğim gibi, dört senenin sonunda kopya çekmeye iten bağzı şeyler var. Sadece ben değil, birçok arkadaşım bugün teşebbüs etti. Zaten sınav yerinde "küçük" olayların çıkması da bundandı.

Gel seninle 2011'e gidelim. Küçük Merve o zamanlar saf. Üniversiteyi yeni kazanmış, bir havalarda. Ne de olsa istediği üniversitenin istediği bölümünü kazanmış. Lisede Fransızca gördüm ben. Almanca bilmem. O zaman bilmiyordum. Bence hâlâ bilmiyorum da neyse. Nein, ja, das ist nicht gut, yani. 2011'de üniversiteye başlamadan evvel dedim ki "Çevirmen olacağım, okulda istediğim dili öğrenmeme müsaade vardır tabii." Eh, tabii ki de İspanyolca'ya yanık olduğum için onu tercih ederdim. Ya da İtalyanca. Hiç unutmuyorum, lisede arkadaşıma "Almanca öğreneceğim son dil" diye ahkam kesmiştim. Benim hayatım ahkam kesmekten ibaret ise, ben boku yedim. Devamlı Almanca için çabaladığımı düşünsene, fıttırırsın. Velhasıl geldik okula, dediler ki bize "Almanca zorunlu seçmeli olmakla beraber 4 kredilik bir ders, önem verin." Zorunlu ve Seçmeli. Dwayne Johnson başrolde. Keşke öyle olsa ama değil. Üstelik kendi bölüm derslerimiz hep dört kredinin altındaydı. What the fuck?! Adolf Hitler'in hanımının görümcesi bir hoca geldi. Anladın? Her derste bir kağıt dağıtıp sırayla herkese alıştırma yaptırıyor filan. Nerdeyse hep beraber ayağa kalkıp Hitlergruß'a bağlayacağız, "Heil, Lehrer!" diye. O derece. Neyse, biz bu kadını böyle iki sene çektik. İki sene dörder dönemden bıraktı bizi. Bütleri kabus gibiydi. Korkulu rüyamız oldu. E tabii cengaver bir ablamız çıkıp şikayet etti bu hocayı, öğrencilerin zekasına hakaret ediyor, bir dönemde kırk öğrenci bırakıyor diye. Ülen bizim sınıfın nüfusu zaten 50 kişi. Neyse, Yabancı Diller Bölümü sağ olsun, bu hocayı başımızdan aldı. Bu sefer de başımıza umursamaz, ders anlatmaz bir hoca getirdi. Eh, öğrenci daha ne istesin. Bazı arkadaşlar "Olur mu canım? Ders öğrenmeye geldik biz!" filan diye isyan etse de ben durumdan memnundum o iki senelik psikolojik baskı sonrası. Hoca soruları filan da veriyordu hafiften. Heheh. Derse gelince hükümete çatıyordu, ondan sonra memlekete genel manada çatıyordu, Almanya'da havaalanında yaşadığı skandalları anlatıyordu, ders sonunda da "Auf Wiedersehen!" deyip çıkıyordu. Canımıza minnet.

Geldik 2014'e. Son senenin başlangıcı. Bu sefer de başka bir hoca "atadılar" bize. Atmışlar, atalamışlar. Düşün yani biz artık Pavlov'un köpeğinden halliceyiz. Bu hocamız da fazla rahat bir tipti. O da geçmişte ders aldığımız tüm hocaları eleştirmeye gelmiş adeta. Dedikodu yapılıyor derste filan. Dedim "Bu ne, ben bu derse girmem." Eh, o kadar prensiplerimiz var. Zaten artık dört olduğumuz için Almanca Çeviri dersi almaya başlamıştık, Almanca öğrenimimiz tamamlanmış farz edilerek. Öhöm. Bu hocamız derste İngilizce metinler veriyordu veya Türkçe. Biz bunları Almanca'ya çeviriyorduk. Sınavda da aynı metinlerden sorumluyduk. Geçmiş zamanla konuşuyorum çünkü bu ders benim için bugün itibariyle bitti inş. Büte kalmamak şartiyle. Ne diyordum? Sınavda o metinlerden sorumlu olduğumuzu. Sen olsan ne yaparsın? Ezberlersin. Adam zaten ezberle diye böyle ders yapıyor. Kimsenin umurunda değil iyi ders vermek. Biz de ezberliyorduk filan. Hiç kopya çekmedim Almanca sınavlarında. Eh zaten birinci ve ikinci sınıftaki Nazi-ye Hoca malum, göz açtırmıyordu. Sıkıyorsa çek. Öbür hocada gerek kalmıyordu. O sınavı da yapamayacaksan o üniversitede işin ne? Ama bu dediğim metinler eşşek gibi, uzun, büyük. Artık son dönemin finalinde bıçak kemiğe dayandı. Dünden önceki gün "Tıp Çevirisi" ve "Çeviribilim Semineri"nden çıkmışım; onun arkasından da ertesi gün "Hukuk Bilgisi"ynen "Çevirisi"ne girmişim, kafam uçmuş. Herhalde cin olmadan adam çarpacağım. İsyan ettim. "Kopya çekeceğim, başlarım ha!" dedim. Şişeleri kopyalarla doldurdum. Sonrası hezeyan.

Peki nasıl hezeyan? Hocanın kopya çekenleri "göresi tutmuş" bugün. Ben zaten anladım daha sınava girmeden benim bu boku yiyemeyeceğimi. Dedim ya, öyle gözü kara değilim. Roma'yı yakamam. Sanki herkes gözünü bana dikmişti kardeşim. Ben id'im ve süperegomun çatışmasını dindirmeye çabalarken bizimkilerden biri yakalandı. Hoca aldı bunun telefonunu. Dördüncü sınıf olduğumuz için de tutanak tutmayacağını söyledi. Yine de helal olsun hocaya. Bence yine de ders sistemi yanlış. Neyse, o ayrı konu. Sonra birkaç arkadaş daha patır patır döküldü, yakalandılar. Ben iyice tırstım. Hayatta çekemezdim, çekemedim zaten. Sonra aklımda kalanları yazdım. Olduğu kadar. Çıkarken de hocaya "Hocam yapamadığım yerlere alternatif çeviriler getirdim," dedim. Hoca da "Ben de onu görmek istiyorum," dedi. İnş öyledir cnm ya, dedim. 

Sınav bitti. Eve döndüm. Başım ağrıdı. Başıma güneş geçti. Saat 12 olmasına rağmen E5'te trafik vardı. Hayret ettim. Bir kere daha "Burada mı? Asla," dedim. Tıpkı taa çocukken kopya çekmeyi düşündüğüm ama eyleme geçiremediğim bir başka saçma ders için "Burada mı? Asla," dediğim gibi. Bazı prensipler vardır, ne kadar kaypak olsanız da değişmez onlar. Bu da benim bir prensipimmiş. İkinci bir üniversite okumak nasip olursa yine kopyacı bir öğrenci olmayacağım. Yapamıyorum ben. Yapana helal olsun. Helal olsun derken helal değil zaten de ahaha, anla sen. 

İyi günler.

3 Haziran 2015 Çarşamba

Saklanan Aydınlar

Yakşamlar okuduğunu sanıp beynini boş şeylerle dolduran, sonra da "entelektüel harakiri yaptım, ehehe" diye sevinen naif okumaz. Ben de sendenim. Madem öyle, az beni dinle. Açıkçası neden bahsedeceğimi bilmiyorum. Ama yazı blogları saçmalanan yerler değil midir? Günlük saçmalamamı atıp gitmeye geldim. Gitmeye geldim. Gitmek için gelmek. Öyle.

Bugün otobüste gelirken yaşlı bir teyze bindi otobüse. Çok da yaşlı olmayan bir diğer teyze de yer verdi bu yaşlı teyzeye. Kadın pek müteşekkir görünmüyordu. Zaten artık kim teşekkür ediyor? Yaşlı bile etmiyor. Yolun devamında, Merter yakınlarında yaşlı teyzenin yanında oturan çiçeron görünümlü, haklarının bilincinde ve kendini iyi ifade ettiğini düşünen orta yaşlı teyze isyan etmeye başladı. Önce kime isyan etmeye başladığını anlamadım. Sesi yükseliyordu, ben de yanımdaki hanım kıza sordum "Kime kızıyor?" diye. Meğer bu ablanın yanındaki nâmüteşekkir teyze taa Unkapanı'ndan beri eli telefonda "Geldin mi? Gittin mi? E iyi bakalım, bizim oğlan dükkanda, kızı da verdik," vs geyiği yapıyormuş. Hak verdim çiçeron ablaya. Önceden belirttiğim gibi, ben pasif agresifim. Kızarım, bir şey demem. Ama kızan ve hakkını koruyan kadınlara hastayım. Siz de öyle olun, onları sevin. Benim gibi sümsükleri değil. Neyse. Ablanın isyan etmesi biraz teatraldi tabii. Güzel de bir ses tonu vardı bana göre. Yaşlı teyze apışıp kaldı zaten. Bakalım ablamız ne demiş (mealen): "Otobüste telefon kullanmanın yasak olması şoförün rahatsız olmasından veya ABS-ASR'den değil. İnsanları rahatsız etmemek için. Telefonlar genç-yaşlı herkesi değiştirdi. Saygı kalmadı. 45 dakika telefonda ne kadar önemli bir konu konuşuyor olabilirsin?"

Yürü be! Daha bir sürü şey saydırdı tabii. Ama çok afedersiniz "mahalle ağzı" ile değil. İğneleye iğneleye yaşlı teyzede iğne batıracak yer kalmadı. Teyzenin boynu büküldü. İyi oldu bence. Bu ne kardeşim? "Bütün ümidim gençlikte" diye bir laf var hani. Bu gençlikten bir şey uman vallahi gerizekalıdır. Ha arada istisnalar olur. İstisna adı üstünde istisnadır. İstisnalar zaten kendini belli etmez, toplumun ne bok olduğunu anlamış olduğu için toplumdan kaçar. O yüzden televizyonda "aydın, elit vs" diye size kakalanan insanlar tabii ki de aydın değildir. Aydınlar saklanır. 

Neyse. Bu gençliğe olan ümidi ben kendi içimde "Neyse Allah'tan yaşlı var. Bütün ümidim yaşlıda" şeklinde değiştirmiştim. Beş-on senede onlar da sapıttı. Başlıycam telefonunuza da internetinize de. Basit yaşamayı zorlaştıran ne varsa benimsediniz, çok kolay da kabınıza göre şekil aldınız. Hey maşşallah. Afedersiniz ama bizim memleketin üzerine kim sosyolojik çalışmalar yapıp toplum şekillendirme işine giriyorsa işini iyi beceriyor. Vahlar bize. Neyse inş siz kendinizi "toplumdan saklanan aydınlar" kesiminden sayıyorsunuzdur da birazcık sağduyunuz kalmıştır. Zira sağduyusu olmayan adam apartmanda yaşarken komşunun varlığını da hiçe sayar, engellilerin geçeceği yere arabayı da park eder, metrobüse binerken arkadan hurra diye de yüklenir. Maalesef toplumun büyyyük bir çoğunluğu böyle. Siz aradan sıyrılmaya çalışın. Kendinizi bir bok da sanmayın. Çünkü bir bok değilsiniz. İnsansınız. Kaliteniz olsun biraz. Lüzumsuzluğun lüzumu yok. 

Bugün bunlara kafayı taktım. Nispeten.

İyi akşanlar cınım.

1 Haziran 2015 Pazartesi

Neler Oluyor Bize?

Günaydın. Sabahın altısında ayağa dikildim. Çünkü sınavım var. Vicdanımı rahatlatmam için erken kalkıyorum ki "Çalıştım" diyebileyim gururla. Baş ağrısı hâlâ geçmemiş. Ulan ne ara böyle büyüdük de başımız filan ağrımaya başladı. Ya böyle arkadan bi yel giriyo, sonra komple yukarlara, sağa doğru çıkıyo, kesin migren var, kesin. Tamam, kendi teşhisimi de koydum. 

Sonumuz hayır olsun ne diyelim. Sağlık elden gitti İstanbul'da tabii. İstanbul güzel yer, sevilir, severiz ama benim gibi zayıf biri için yaşanmaz bir yer. Öyle gönderiler arasına boşuna kuş, çiçek, ağaç manzarası koymuyoruz herhalde. İhtiyacımız olan, sahteliğin olmadığı bol oksijenli bir yerde bir dem nefes çekmek. Belki o zaman baş ağrımız kalmaz. 

Başımın ağrımadığı günleri düşünüyorum da. Good old days. Neyse kendimi "ağrıyo, ağrıyo" diye iyice hasta edecem. Sabır.

İyi günler.

Ona Güvenme, Buna Güvenme, Kime Güven O Zaman Lan İt?

Merhaba. Bak bu sefer cevval çıktım, ikinci günümde ikinci postumu yazıyorum. E ne de olsa osuruktan gazel okumak kolay. "Başlığı niye böyle yazdın, kime kızdın kız eheh?" diyeceksin muhtemelen. Kızdım evet. Yok lan, şaka. Yok şaka değil. Günlük atarlanmalar işte. Bu arada bugün kandil. Merak etmeyin, beylik uhrevi mesajlar vermeyeceğim, sadece kandiliniz -size bir şey ifade ediyorsa- hayırlı olsun. "Ben takmam öyle şeyleri kızım," derseniz de iyi akşamlar efenim. 



Bak araya manzaralı resim de koydum ki beynin erimesin okurken, bir ferahla şöyle. Ya da okumaya gelme buraya eriyik beyinle. Başlık biraz sert oldu. Demiyorum ki "Ocağıma incir ağacı dikildi vıy, oy yuvanız yıkılsın." Çok şükür öyle beddualık bir durum sözkonusu değil. Olmasın da. Siz siz olun, beddua etmeyin. Uyuşturucu da çekmeyin. Bana kalsa nargile de içmeyin ahaha. Neyse. Dünya dediğin gezegen çok büyük. Öyle küçük denildiğine bakma sen. He bi de dünya Hansel ve Gretel'in evreni gibi pastalı şekerli de değil. Dünya bokun batağına batmış, pis bir yer. Her şeyin çıkar ilişkisi olduğu, aynı zamanda insanların çıkarcı davranırken egolarına taptığı bir yer. Buradan hayır mı gelir. İnançlı biriysen bunu zaten bilmen gerekir. Dünya bir nevi düşmanın zaten senin. E inançlı değilsen zaten "Ölecem gidecem, ne kafaya takayım?" demen lazım. Güvenme abi. İnsanoğluna güvenme. Tarihçiler her ne kadar da "Devletin bekâsı içün" vs vs dese de ben kardeş ve evlat katline hâlâ "Nası yani?" diyerek bakıyorum kardeşim. Bana ne tarihçinin ne düşündüğü. Bu benim fikrim. Kimse kusura bakmasın da bazen bazı şeylerde bencil olmayı bileceksin. Öyle çıkar ilişkilerinde değil tabii. 

Çıkar ilişkisi derken sınav zamanı şirinlik yapıp not dilenmeye gelen yalakadan mı bahsedeyim, "Belki elime bi fırsat geçer de kuş avlarım" felsefesiyle kız tavlamaya çalışan tiplerden mi bahsedeyim, yoksa "Bu ay da benden hoşlanan şu diğer Berkecan'la takılayım, zira kredi parasını iPhone 6'ya vermekten harçlığım kalmadı, kafede takılamam" diyenden mi bahsedeyim? Ve daha bir sürü şey. Canım mısın sen, benim misin? Neyse. Peki senin duygularını zaten kabarttık şimdi. Dedin ki "Evet abi, harbiden köklerine kibrit suyu." Ya da sen esasen bu insanlardansın ve vicdanın sızladı ama ben seni değiştiremem. Öyle bir iddiam yok. Git hocaya filan okuttur kendini ahahah. Şaka. Ben bilmem.

Diyeceğim şu arkadaşım. İnsan, hayatının öyle gereksiz anlarında öyle lüzumsuz ama hayatını etkileyecek öyle şeyler duyuyor, okuyor, öğreniyor ve tecrübe ediyor ki, artık hayat o saniyeden itibaren bir saniye evvelki gibi olmuyor asla o insan için. Ve sen de buna deneyimleme, olgunlaşma, büyüme, feleğin çemberinden geçme vs gibi isimler veriyorsun. Felek de Farsça'da gök demek bu arada. Biz nasıl yozlaştırdıysak, içini boşalttıysak kader manasına gelmeye başlamış. Haha. 

Bak yarın iki tane sınavım var. Başım ağrıdan çatlıyor. Ama ders çalışmıyorum. Neden? Üniversitenin sonuna gelince anlıyor insan pragmatizmi pragmatik olarak uygulamayı. Edimbilim diyor bizimkiler. Puhah. Neyse, yani çalışmamamın sebebi tabii ki o çalışacaklarımın ilerde bi boka yaramayacak olması. Sen idealist bir öğrenci olarak gururla ayağa kalkıp "Aaa, öyle deme. Bilgi ne olursa olsun bilgidir, kıymetlidir," diyebilirsin. Ne olursa olsun kıymetlidir, öyle mi? Afedersin ama bok öyledir. Şu teknoloji çağında çok da değersizdir, gayet de ayaklar altına düşmüştür, aha böyle benim gibi eline klavye alan ayılar da böyle ahkam keser. Yav kardeşim, ne kıymeti? Niye beynimi yorayım ben? Zaten medyada gördüğü her naneyi vs sünger gibi fülllüüüüüp diye emiyür, ne işim olur boş bilgiyle? Ayrıca benim iki dakkalığına şalteri indirme hakkım yok mu? Her boka "Bilmemneler de vardır" diye eylem yapıyorsunuz, vallah ben de "Şalteri indirmek de vardır" diye yapacam şu Taksim'e çıkıp. Tamam House M.D. "Beyninizi kullanın" diyor olabilir ama adam orada her naneye beynini kullan demiyor. Sıfır km beyinle de dolaşma diyor.

Neyse yani ben bugün kendime zaman verdim. Özgür irade heleley. Yaptığım tek devrimci hareket yemin ediyorum pasif agresif olmak. Kendimce inatlaşırım sistemle, hocalarla, okulla, ailemle, arkadaşlarımla vs. Ve eleştiririm de. Ama bu dünyayı değiştirmek için bir şey yapabileceğimi hiç düşünmem. Çünkü kabul edeyim (siz etmeyin, sizin için hâlâ ümit olabilir) bu dünya milyar yıldır bu evrende ve pis bir düzene kurulu. Ben sadece eleştirdiğim şeyleri yazıyorum, belki bir yere varmıyor, hatta bağlam kendi içinde tutarlı bile değil  (Consistency in the context, çaktın?) Ama bu pasifliği iyi bir yere aktarayım dedim. Okunmak zorunda da değil. Çünkü bazı insan vardır, belki sen de öylesindir, bu insanlar yazmazsa hayatları normal akışında gitmez. Çocukluklarından beri böylelerdir. Ne kadar boktan yazdığını bilse de yazar yazar siler. E madem teknoloji çağındayız kağıt kalem israfına gireceğime bulut bilişim, bilişim vs gibi nimetlerden faydalanayım dedim. Ne de olsa internetin cigabaytı bitmez. 

Bu yazdığımı okumayan kardeşime sesleniyorum, sen okumasan da ben okuyorum bunu. Yazarken de okuyorum, sonra dönüp bakıyorum "Ne saçmalamışım len bi bakim" diye. Mühim değil okumaman. Biz de böyle bir insanız işte. 

İyi geceler.