Her zamanki saatte gözlerini açtı küçük kız. Yedi buçuk. Neden hep bu saatte uyanırdı ki? Tamam, bilirdi, metabolizması büyüklerinden hızlı çalıştığı için minik vücudu erkenden dinlenmiş oluyordu ama sabahın erken saatinde uyanıp tavana bakmak ne zaman eğlenceli olmuştu ki? İki seçeneği vardı kızın sabah uyandığında. Annesi gelip onu öpücükleriyle uyandırana kadar ya tavana bakmak ya da yerdeki eskimiş halının desenlerini gözleriyle tekrar nakşetmek. Oyuncağı yoktu. Mesela oyuncak treni olsaydı. Raylarını söküp söküp yeniden taksaydı. Onla oynasaydı. Bir de çuf çuf diye öten bir düdüğü olsaydı trenin. Annesiyle babası uyanana kadar oyalanmış olurdu küçük kız. Ama yoktu işte. Bugün Pazar'dı. Ve Pazarları geç saate kadar uyunurdu evde. Çünkü babalar sadece Pazar günleri dinlenirdi. Küçük kız artık eskisi kadar şımarıklık yapamıyordu. Ah yapabilseydi, o zaman şimdi annesiyle babasını uyandırmak için çoktan yatak odalarına girmiş olurdu. Ama artık büyümüştü. Siz büyüklerin "Büyümüş artık yahu" diyeceği bir yaşta değildi belki ama artık rollerini daha iyi biliyordu. Artık annesini babasını uyandırmaya gidemezdi. Bu alenen yaramazlık olurdu. Tavana bakmaya devam etti. Baktı, bu öyle gitmeyecek, cılız bacaklarını sallandırdı yataktan. Bir şey yapmalıydı.
Hayatı bunca zaman anne ve babasına bağlı olarak geçmişti. Hiç maceraya çıkmamıştı. Okumaya çalıştığı o ucuz resimli masal kitaplarındaki kahramanlar yaşları ve durumları ne olursa olsun maceraya çıkıyorlardı. Bremen Mızıkacıları bile Bremen'in altını üstüne getiriyordu. Küçük kız neden maceraya çıkamasındı ki? Hem yaşadığı şehir onun için tüm dünyadan ibaret değil miydi? O zaman tüm şehir onun dünyasıydı ve o zaman bu dünyayı avucunun içi gibi biliyordu küçük kız. Eskimiş elbisesini giydi. Evet, daha ne kadar belli etsindi ki bu kız? Fakir ve küçük bir kızdı. Hayatında ilk defa cesur davranacaktı. Elbisesini giydikten sonra topuklarından yavaş yavaş eskimeye başlayan çoraplarını giymeye çalıştı. O bir çocuktu ve çocukluğun verdiği o aceleyle çorabı sağ ayağına hızla geçirirken eskiyen topuk kısmı cart diye yırtıldı. Hiç sorun değildi. Bu ilk delik çorabı değildi. Hatta küçük kıza göre yazın böyle çoraplar giymek daha rahat oluyordu.
Annesi ve babasının sesi hâlâ çıkmıyordu. Sadece kapının ardından babasının düzenli şekilde horladığını duyabildi küçük kız. Mutfağa yönelip buzdolabını güç bela açıp kırmızı bir elma aldı. Elbisesinin cebine soktu. Komik görünüyordu. Cebindeki elma, ağırlığından dolayı elbisesinin eteğini aşağı sarkıtıyordu. Ama o çocuktu ve çocukların moda duygusu olmazdı, gerek de yoktu. Antrede ilerleyip kapıya yöneldi. Maceraya adım adım ilerlemenin verdiği coşku başını döndürüyordu. Hani hep o çok görüşmediği kendi ailesinden de fakir halasının evine gittiğinde içine dolan o garip kamaşma var ya, işte oydu. Onun için "garip bir yer" her zaman fakir halasının eviydi. Nadir gittiği için bu kamaşmayı yaşardı orada. İşte şimdi de bu kamaşma olmuştu içinde.
Kapıyı usulca açtı ve kendini sokağa saldı küçük kız. Eski ayakkabıları yamru yumru olmuştu ve maalesef az önce becerdiği delik çorap vakasını örtecek kadar uzun bilekleri yoktu bu ayakkabıların. Ayaklarım dikkat çekmesin diye çarpık çarpık yürüyordu kız, utancından. Merak etmesine gerek yoktu. Sabah sekize doğruydu ve Pazar günü kalabalık olmazdı sokaklar. Cebindeki elmayı çıkarma vakti gelmişti. Keşke çıkmadan evvel bir çişini yapıp dişini filan fırçalasaydı. Hem bu elma kime yetecekti canım? Çocuk dediysek çocuktu ama bebek midesi de yoktu herhalde! Daha evinin sokağından ayrılmadan bu maceraya çıktığına pişman olmaya başladı kız. Ama artık büyüyordu ve gurur denen bir mefhumdan haberdar olmaya başlamıştı bilinci. Geri dönemezdi. Nasılsa geri dönecekti ama bari şu iki elin parmağıyla sayılabilecek yıllık ömründe delice bir şey yapsa sokakta arkadaşlarına anlatacak hikayesi olurdu belki. Hem o salaklar da artık dalga geçmezdi belki onunla. Ne kadar cesur olduğunu anlarlar, ayaklarını denk alırlardı belki.
Bunun için çıkıyordu yola. Karşıdan bir teyze geliyordu. Elinde torbalar vardı. Teyze yaşlı ve topluydu. Elindeki torbalar durumuna pek yardım etmiyor gibiydi. Nefes nefese kalmış olmasına rağmen kızdan gözünü almıyordu. Aklından neler geçiyordu kim bilir? "Sabah sabah ne yapıyor dışarda bu yavrucak? Evden mi attılar? Kimi kimsesi yok mu acep?" Küçük kız teyzenin -babasının deyimiyle- arıza çıkaracağını sezmiş ve hemen sırtını dönüp geldiği sokağa sapmıştı. Çocuk endişeleri işte. Yine evinin sokağındaydı. Geldiği yere dönmüştü. Elmasını bitirmişti ama çöpünü atacak yer bulamadığından elinde taşıyordu. Bir arabanın altından büyük bir kedi çıkageldi. "Elindeki elma çöpünü bana vermelisin. Hemen. Acıktım," dedi küçük kıza. Kız da "Tamam, ben doydum zaten," deyip elma çöpünü kedinin önüne yavaşça bıraktı.
Kız anladı. Kız anladı ki bu yolculuğu yapmak için gerekli cesaret henüz onda temerküz etmemişti. Artisliğin lüzumu yoktu. Kabul etmişti işte. O, karşıdan gelen torbası elinde tombik teyzeden bile ürküyordu. O kim, macera kimdi? Belli ki Bremen Mızıkacıları çok olgun, çok akıllı ve büyüklerdi. Bir yandan kendine "Aferin sana. Aptallık edip uzaklara gitmedin. Ya başına bir şey gelseydi. Gariban annen ne yapardı sensiz?" diyordu. Ve ilk defa burada insan olmanın beraberinde gelen sempati duygusunu hissetti. Kendisini annesinin yerine koydu ve evladını kaybetmiş bir annenin yanan yüreğini hissetti. Sonra gözleri buğulandı. Boğazında bir düğüm oldu. İlk defa ağlamayı kendine şeker aldırmak için filan silah olarak kullanmıyordu. Hakiki ağlıyordu. Sevindi. "İyi bir kadın olacağım ben!" dedi ve küçük bir kız çocuğu sevinçle nasıl haykırarak gülerse onun gibi güldü. Evin önüne gelince zile bastı. Biraz bekledi. Gelen olmadı. Bir daha bastı ve küçük bir çocuk nasıl "Anneeaaee!" diye bağırırsa öyle bağırdı. Sonunda annesi kapıyı açtı. Yüzünü birden telaş kapladı. "Ne işin var senin dışarda yavrum?" dedi. Küçük kız madem kendini bu kadar akıllı olduğuna inandırmıştı, eh hadi bakalım o zaman, inandırıcı ve zekice bir yalan söylesindi. Biraz düşünüp yüzüne aptal ifadesi takındıktan sonra "Size kahvaltı için bakkala ekmek almaya gidecektim ama sehpanın üzerinden bozuklukları almaya unutmuşum anne! Çok salakım di mi?" dedi ve kahkaha attı. Annesi bunu duyunca bir nefes aldı ve aklınca anne ve babasına sürpriz yapmak isteyen küçük kızı ona çok tatlı göründü ve ona sarıldı.
"Dur bekle ben getireyim parayı," dedi. Paraları çok yoktu. Ekmek almaya ve diğer hayatî ihtiyaçları karşılamaya yetecek kadar paraları vardı ancak harika bir kızları vardı. Kediler, olmayan arabalarının altına saklanıp sabahları kızlardan elma çöpü istemiyor olabilirdi. Küçük kızın babası elinde torbalarla ve israf etmekten şişmiş göbeğiyle alışverişlerden dönmüyor olabilirdi. Küçük kızın oyuncak treni olmayabilirdi. Ama onların ailesi yazarların romanlarında imrenerek anlattığı ve kıt kanaat geçinme sanatını tüm ihtişamıyla icra eden bir türdendi. Arabaya, tombul bir göbeğe veya oyuncak trene lüzumları yoktu. Onlar mutluydu.
İyi akşamlar.








